ZAKİR AVŞAR / Kentsel Dönüşüm Bir Tercih mi, Zorunluluk mu?


Küresel ölçekte artan afet riskleri, iklim krizi ve hızlı kentleşme dinamikleri, şehirlerin salt büyüklükleriyle değil, dirençlilik kapasiteleriyle de değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Türkiye, bu bağlamda Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan‘ın konuya olan özel yaklaşımı ve Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum‘un bu duyarlılığı tam olarak karşılayacak şekilde yürüttüğü kentsel dönüşüm politikalarıyla afet risklerini azaltmayı, şehirleri yeniden yapılandırmayı ve sürdürülebilir kalkınmayı aynı çerçevede bütünleştiren bir yönetişim modeli geliştirmiştir.
21.Yüzyılın ikinci çeyreğine girerken şehirler, artık ekonomik üretim merkezlerinden öte, toplumsal güvenliğin ve ulusal direncin mekânsal zemini olarak görülmektedir. Türkiye gibi jeolojik olarak yüksek deprem riski taşıyan bir ülkede, şehir planlaması bir mühendislik disiplini olmasının yanı sıra bir kamu güvenliği stratejisine dönüşmüştür. Kentsel dönüşüm bu bağlamda, fiziksel bir yenileme süreci olduğu gibi; mekânsal adalet, sosyal sürdürülebilirlik ve toplumsal dayanıklılık kavramlarının kesişiminde gelişen çok boyutlu bir politika alanıdır. Bu yaklaşım, afet sonrası iyileştirme mantığından afet öncesi hazırlık ve risk azaltımı paradigmasına geçişi temsil etmektedir.
Türkiye’nin kentsel dönüşüm politikalarının kurumsal temelleri, 2012 yılında yürürlüğe giren 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile atılmıştır. Bu yasa, riskli yapı ve alanların dönüştürülmesini devletin asli görevlerinden biri haline getirmiştir. 2023 yılında, kentsel dönüşüm çalışmalarını daha hızlı, etkin ve bütüncül biçimde yürütebilmek amacıyla Kentsel Dönüşüm Başkanlığı (KDB) kurulmuş ve bu başkanlık, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı olarak faaliyet göstermeye başlamıştır. Bu kurumsal dönüşüm, yalnızca idari bir yeniden yapılanma değildir; aynı zamanda Türkiye’nin afet riskine karşı kurumsal refleksini güçlendiren, planlama süreçlerinde bilimsel veriye dayalı karar alma mekanizmasını önceliklendiren bir yeniden tanımlamadır.
Kentsel Dönüşümün Bilimsel ve Toplumsal Zorunluluğu
Kentsel dönüşümün gerekliliği üç temel boyutta değerlendirilebilir; Jeofizik gerçeklik: Türkiye’nin %92’si deprem kuşağında yer almakta, nüfusun yaklaşık %70’i yüksek sismik risk altındadır. Sosyoekonomik gerçeklik: Kırdan kente göçle birlikte 1950’lerden itibaren hızla artan kentleşme oranı, plansız yapılaşmayı tetiklemiş; 1999 Marmara Depremi sonrası bu durumun güvenlik boyutu acı biçimde ortaya çıkmıştır. Kentsel yaşam kalitesi: Dirençli şehirler yalnızca sağlam binalar değil, sosyal donatı, ulaşım, altyapı ve çevresel sürdürülebilirlik açısından bütüncül bir yaklaşımı gerektirir. Bu üç eksenin kesişimi, kentsel dönüşümün artık bir tercih değil, zorunluluk haline geldiğini göstermektedir. Afetlerin sıklığı ve şiddeti arttıkça, dönüşüm geciktikçe riskin maliyeti katlanarak artmaktadır.
Türkiye’nin kentsel dönüşüm politikası, klasik bir “imar reformu” anlayışından ziyade, kamu yararını önceleyen bir risk yönetimi stratejisi olarak şekillenmektedir. Bu politika, dört temel eksen üzerine inşa edilmiştir; Merkezi koordinasyon: Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’nın kurulmasıyla birlikte, dönüşüm süreçleri yerel ölçekten ulusal stratejiye entegre edilmiştir. Vatandaş odaklılık: “Yarısı Bizden” ve “Yerinde Dönüşüm” programları, dönüşüm sürecinde vatandaşın yükünü azaltmayı ve sosyal adaleti güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Mekânsal adalet: Dönüşüm projelerinde sadece ekonomik değer değil, risk önceliği, sosyal yapı ve kültürel süreklilik de dikkate alınmaktadır. Sürdürülebilirlik: Yeni yapılaşma politikaları, enerji verimliliği, yeşil bina sertifikaları ve çevresel etkilerin azaltılması gibi küresel standartlarla uyumlu hale getirilmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin kentsel dönüşüm süreci, bir inşaat faaliyetinden ibaret değil; kapsamlı bir sosyal politika aracıdır.
Dirençli Şehirler Yaklaşımı
“Dirençlilik” (resilience) kavramı, Birleşmiş Milletler’in “Sendai Afet Riskini Azaltma Çerçevesi”nden Avrupa Birliği’nin “Yeşil Mutabakat”ına kadar birçok uluslararası politikanın merkezinde yer almaktadır. Türkiye, son dönemde bu kavramı şehircilik politikasının ana eksenine yerleştirmiştir. Dirençli şehirler, sadece afetlere değil; ekonomik dalgalanmalara, sosyal eşitsizliklere ve iklim krizine karşı da dayanıklı olmayı ifade eder. Bu nedenle, Türkiye’nin kentsel dönüşüm vizyonu, bütünleşik bir dirençlilik stratejisi olarak okunmalıdır. Bu strateji, şu üç sacayağına dayanır: Fiziksel dirençlilik: Güçlü altyapı, dayanıklı binalar ve sürdürülebilir ulaşım ağları. Kurumsal dirençlilik: Karar alma süreçlerinde koordinasyon, veri temelli planlama ve etkin yönetişim. Toplumsal dirençlilik: Mahalle ölçeğinde dayanışma, aidiyet duygusu ve topluluk temelli dönüşüm modelleri.
Türkiye’de yürütülen kentsel dönüşüm uygulamaları, ulusal ölçekte kapsayıcı bir politika haline gelmiştir. Yarısı Bizden Projesi, özel mülkiyetin yoğun olduğu kentsel alanlarda dönüşümün ekonomik yükünü azaltarak gönüllü katılımı artırmıştır. Yerinde Dönüşüm Programı, deprem bölgesinde kültürel dokunun korunmasını önceleyen “insan merkezli” bir yeniden inşa modeli sunmuştur. İklim ve Afetlere Dayanıklı Şehirler Projesi, risk analizi odaklı yeni nesil planlama stratejilerini devreye almıştır. Bu projeler, Türkiye’nin şehircilik politikalarının artık sadece “fiziksel yenileme” değil, mekânsal sürdürülebilirlik ve toplumsal uyum ekseninde geliştiğini göstermektedir.
Kentsel dönüşümün başarısı, yalnızca devletin teknik kapasitesine değil; vatandaşın katılımına, yerel yönetimlerin koordinasyonuna ve akademik bilgi üretiminin sürece dahil edilmesine bağlıdır. Son yıllarda, planlama süreçlerinde üniversiteler, meslek odaları ve sivil toplum kuruluşlarıyla kurulan iş birliği modelleri, dönüşümün demokratik meşruiyetini güçlendirmektedir. Bu katılımcı yapı, şehir planlamasının bilimsel niteliğini artırmakta, aynı zamanda sosyal kabulü de kolaylaştırmaktadır.
Kentsel Dönüşümün Ekonomik ve Çevresel Etkileri
Dönüşüm projeleri, inşaat sektörünü canlandırmakla kalmaz; enerji verimliliği, karbon salımının azaltılması ve yeşil istihdam yaratımı gibi yeşil ekonomi hedeflerine de hizmet eder. Bu açıdan kentsel dönüşüm, Türkiye’nin 2053 net sıfır karbon hedefleriyle de doğrudan bağlantılıdır. Ayrıca dönüşüm yatırımları, gayrimenkul değerlerini artırarak yerel ekonomilere katkı sağlamakta; afet sonrası yeniden yapılanma maliyetlerini düşürerek kamu kaynaklarının verimli kullanımını mümkün kılmaktadır. Her politika gibi kentsel dönüşüm süreci de eleştiriye açıktır. Özellikle mülkiyet hakkı, sosyal denge ve dönüşümün hızına ilişkin tartışmalar devam etmektedir. Ancak bu eleştiriler, sürecin kapsamını daraltmak yerine, politikayı daha adil ve katılımcı hale getirme yönünde birer geri bildirim olarak değerlendirilebilir. Akademik çevrelerin önerileri doğrultusunda, mikro-bölgesel risk analizlerinin artırılması, veri temelli izleme sistemlerinin geliştirilmesi ve dönüşüm sonrası sosyal etkilerin ölçülmesi önem taşımaktadır. Türkiye’nin kentsel dönüşüm politikası, salt fiziksel yenilemeden çok daha öte, geleceğin şehir vizyonunun kurumsal temellerini atmaktır. Bu vizyon, ulusal kalkınma hedefleriyle uyumlu, toplumun bütün kesimlerini kapsayan, çevreyle dost ve bilimsel temelli bir şehircilik anlayışına dayanmaktadır.
Dirençli şehirler inşa etmek, aslında dirençli bir toplum inşa etmenin diğer adıdır. Kentsel dönüşüm, bu yönüyle Türkiye’nin kalkınma hikâyesinde yalnızca bir planlama aracı değil; aynı zamanda sürdürülebilir medeniyet inşasının somut ifadesidir.



