YAZARLAR

ZAKİR AVŞAR / Doha Bildirgesi, Gazze Krizi, Uluslararası Hukukun Aşınması ve Küresel Düzenin Meşruiyet Sorunu

Doha‘da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Olağanüstü Zirvesi, Filistin meselesinin artık yalnızca bir bölgesel çatışma değil, küresel düzenin meşruiyet kriziyle doğrudan ilişkili bir sorun haline geldiğini bir kez daha ortaya koymuştur. Zirvede yayımlanan sonuç bildirgesi, hem diplomatik söylemin seviyesini yükselten hem de İsrail’in Katar’a yönelik saldırısını uluslararası hukukun en ağır ihlalleri bağlamında nitelendiren bir belge olarak kayda geçmiştir. Ne var ki, bildirgenin üzerinden yalnızca bir gün geçmişken İsrail’in Gazze’ye yönelik kapsamlı bir işgal operasyonu başlatması, bu kararların caydırıcılık kapasitesini sorgulatmış ve uluslararası toplumun Filistin meselesindeki yapısal yetersizliklerini gözler önüne sermiştir.

Normatif Çerçeve ve Uluslararası Hukukun Krizi

Uluslararası hukuk düzeni, Birleşmiş Milletler Şartı‘nda açıkça ifade edilen egemenlik, sınırların ihlâl edilemezliği, güç kullanma yasağı ve insan haklarının korunması ilkeleri üzerine kuruludur. 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri ve ek protokolleri, sivillerin korunmasına dair yükümlülükler getirmekte, toplu cezalandırmayı ve sivillerin zorla yerinden edilmesini yasaklamaktadır. Ancak Gazze’de son dönemde yaşanan gelişmeler, bu ilkelerin sistematik biçimde ihlal edildiğini göstermektedir.

Sivillerin doğrudan hedef alınması, sağlık altyapısının tahrip edilmesi, gıda ve suya erişimin engellenmesi, zorunlu göç ettirme uygulamaları ve topyekûn abluka politikaları, Roma Statüsü‘nde tanımlandığı üzere insanlığa karşı suç ve hatta soykırım kategorisine giren eylemlerdir. Nitekim Uluslararası Adalet Divanı, 26 Ocak 2024 tarihli geçici tedbir kararında İsrail’i “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme” uyarınca yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırmıştır. Ancak bu kararların uygulanabilirliği sınırlı kalmış, İsrail’in askeri operasyonları devam etmiştir. Bu tablo, yalnızca Filistinlilerin yaşadığı insani krizi değil, uluslararası hukukun bağlayıcılık iddiasının da derin bir kriz içinde olduğunu göstermektedir.

Doha Bildirgesi ve Kolektif Güvenlik Perspektifi

İİT Zirvesi‘nin sonuç bildirgesi, normatif ve siyasi açıdan dikkate değerdir. Öncelikle, bildirge Arap ve İslam ülkelerinin kolektif güvenlik anlayışını yeniden hatırlatarak, bölgede barışın tesisinde uluslararası hukukun vazgeçilmezliğini vurgulamış; egemenlik, sınırların ihlâl edilemezliği, iç işlerine karışmama ve güç kullanımının yasaklanması ilkelerini yeniden teyit etmiştir. Ayrıca bildirge, İsrail’in eylemlerini “soykırım”, “etnik temizlik” ve “uluslararası hukukun ihlali” olarak tanımlayarak, diplomatik söylem düzeyinde güçlü bir normatif çerçeve sunmuştur.

Bir diğer kritik nokta, bildirgenin uluslararası topluma yönelik somut çağrılarıdır. İsrail’in cezasızlık zırhını sona erdirmek için diplomatik, ekonomik ve hukuki yaptırımların uygulanması, silah ve askeri malzeme transferlerinin askıya alınması, İsrail’in BM üyeliğinin askıya alınmasının tartışmaya açılması gibi adımlar, normatif çerçeveyi pratik tedbirlerle destekleyen öneriler olarak dikkat çekmektedir. Bu, sadece bir kınama metni değil, uluslararası düzenin işleyişine dair radikal bir yeniden düşünme çağrısıdır.

Güç Siyaseti, Cezasızlık ve Meşruiyet Sorunu

Bununla birlikte, uluslararası sistemin yapısal asimetrileri bu çağrıların etkisini sınırlamaktadır. Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin veto yetkisi, özellikle İsrail meselesinde normatif düzeni felç eden bir unsur haline gelmiştir. Bu durum, uluslararası hukukun evrensel olmaktan ziyade seçici bir şekilde uygulandığı algısını güçlendirmekte ve küresel düzenin meşruiyetini aşındırmaktadır.

Gazze’deki kriz, bu bağlamda yalnızca bir bölgesel çatışma değil, uluslararası hukukun uygulanabilirliği ve küresel yönetişim kapasitesi açısından bir stres testidir. Bu testin başarısızlıkla sonuçlanması, yalnızca Filistinlilerin değil, uluslararası sistemin tüm aktörlerinin güvenliğini tehdit eden bir istikrarsızlık sarmalını tetiklemektedir.

Etik Sorumluluk ve İnsanlık Vicdanı

Gazze’de yaşanan insani dram, salt hukukî bir sorun olmanın ötesinde, ahlaki bir sınavdır. Etik felsefe açısından bakıldığında, sivillerin kasıtlı olarak hedef alınması, “sorumluluk etiği” çerçevesinde insanlığın kolektif yükümlülüğünü harekete geçirmesi gereken bir durumdur. Bu bağlamda Doha Bildirgesi‘nin kullandığı dil, normatif olarak yalnızca devletlerin değil, uluslararası toplumun tüm aktörlerinin sorumluluğunu hatırlatmaktadır. Bu sorumluluk, küresel kamuoyunun mobilize edilmesini, medya ve akademi tarafından meseleyi görünür kılacak çalışmalar yapılmasını ve siyasi karar alıcılar üzerinde baskı oluşturulmasını gerektirmektedir.

Bölgesel Arabuluculuk ve Türkiye’nin Rolü

Bu noktada arabulucu aktörlerin çabaları kritik bir önem taşımaktadır. Türkiye, Katar ve Mısır gibi ülkelerin yürüttüğü diplomatik girişimler, ateşkesin sağlanması, rehinelerin serbest bırakılması ve Gazze’nin yeniden inşası sürecinde merkezi bir konumda yer almaktadır. Türkiye’nin, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından somutlaştırılan insani diplomasi yaklaşımı, yalnızca bir dış politika tercihi değil, aynı zamanda ahlaki bir duruşun ifadesidir. Bu yaklaşım, barışın ancak adalet ve insan onuru temelinde tesis edilebileceği yönündeki evrensel bir ilkeye dayanmaktadır.

Gazze Meselesi Bir İnsanlık Meselesidir

Gazze’de yaşanan trajedi, artık yalnızca bir çatışma veya diplomatik gündem maddesi değildir; bu, insanlığın ahlaki pusulasının ne yönde işlediğini gösteren küresel bir turnusol kâğıdıdır. Bugün Gazze’de çocukların, kadınların, yaşlıların hayat hakkı tehdit altındayken, uluslararası hukukun ve normatif düzenin sessizliği ya da etkisizliği, dünya düzeninin meşruiyet krizinin en açık göstergesidir.

Doha Bildirgesi’nin ortaya koyduğu normatif çerçeve, Filistin meselesini yalnızca bir toprak ihtilafı olmaktan çıkarıp, uluslararası toplumun ortak vicdanını ilgilendiren bir meseleye dönüştürmektedir. Bu bildirge, İsrail’in eylemlerini uluslararası hukuk bağlamında açıkça tanımlayarak, sorunun yalnızca diplomatik müzakerelerle çözülemeyeceğini, aynı zamanda uluslararası yargı mekanizmalarının işletilmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu anlamda, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü çerçevesinde açtığı soruşturmaların desteklenmesi, Uluslararası Adalet Divanı’nın aldığı geçici tedbirlerin uygulanabilirliğinin izlenmesi ve uluslararası yaptırım mekanizmalarının hayata geçirilmesi kritik önem taşımaktadır.

Gazze meselesinin çözümü için üç temel boyut öne çıkmaktadır:

Normatif Boyut: Uluslararası hukukun seçici uygulanmasından vazgeçilmesi, tüm taraflar için bağlayıcı bir adalet mekanizmasının inşa edilmesi gerekmektedir. Gazze’de yaşanan ihlaller, yalnızca Filistinlilere karşı değil, uluslararası hukuka karşı işlenmiş suçlardır.

Siyasi Boyut: Sürdürülebilir bir barış, Filistin halkının meşru ve vazgeçilmez haklarının —özellikle 1967 sınırlarında bağımsız bir devlet kurma hakkının— tanınması ve hayata geçirilmesiyle mümkündür. İki devletli çözüm, artık yalnızca bir diplomatik formül değil, bölgesel güvenlik mimarisinin temel taşıdır.

Ahlaki Boyut: Gazze’deki insani dram, uluslararası toplumun vicdani reflekslerini harekete geçirmelidir. Bu, yalnızca hükümetlerin değil, akademisyenlerin, sivil toplumun, medyanın ve bireylerin de sorumluluğudur. Küresel kamuoyu baskısı, siyasi karar alıcılar üzerinde somut bir etki yaratabilir.

Bu bağlamda, Türkiye’nin ve bölgesel arabulucuların rolü hayati bir nitelik taşımaktadır. Türkiye’nin insani diplomasiye dayalı yaklaşımı, yalnızca bir dış politika tercihi değil, aynı zamanda ahlaki bir yükümlülüğün yerine getirilmesidir. Bu çabalar, küresel vicdanın sesi olma misyonu taşımaktadır.

Sonuç olarak, Gazze’nin geleceği, sadece Filistinlilerin değil, tüm insanlığın ortak geleceği ile doğrudan bağlantılıdır. Gazze’nin yok oluşu, insanlığın ortak hafızasında bir utanç vesikası olarak kalacaktır. Buna karşılık, Gazze’nin yeniden inşası, adaletin ve insan onurunun yeniden tesisi anlamına gelecek ve uluslararası hukukun yeniden işlerlik kazanmasına katkı sağlayacaktır. Bu nedenle Gazze, yalnızca bir coğrafya değil, küresel adalet idealinin sembolüdür.

Uluslararası topluma düşen görev, bu sembolü korumak, bu trajediyi sona erdirmek ve gelecekte benzer ihlallerin önüne geçecek kurumsal mekanizmaları geliştirmektir. Bu çağrı, yalnızca Filistin için değil, insanlık için bir çağrıdır: Ya adaleti ve hukuku güçlendireceğiz ya da tüm dünyada hukuksuzluk ve şiddetin sıradanlaşmasına tanıklık edeceğiz.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu