SÜMEYYE ÖZDEMİR / Çocuk Merkezli Velayet Yaklaşımı


Boşanma, son yıllarda tüm dünyada dikkat çeken toplumsal ve hukuki bir olgu halini almıştır. Uluslararası istatistikler incelendiğinde, Türkiye’nin boşanma oranları açısından üst sıralarda yer aldığı görülmektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de 2024 yılı içerisinde 187 bin 343 boşanma gerçekleşmiştir. Boşanma sayıları artarken velayete verilen çocuk sayısı da benzer bir ivme ile artmaktadır. 2010 yılından bu yana velayete verilen çocuk sayısı iki kat artmış olup, 2024 yılı içerisinde 184 binden fazla çocuğun velayeti karara bağlanmıştır. Çocukların velayetinin yaklaşık yüzde 75’inin anneye, yüzde 25’inin ise babaya verildiği görülmüştür. Bu durum, eşlerin hayat düzeninde büyük çaplı değişikliklere neden olduğu gibi çocukların da iyi oluş hallerini fiziksel, sosyal ve duygusal açılardan farklı şekillerde etkilemektedir.
“Çocuğun Üstün Yararı” İlkesinin Uygulamadaki Yeri
Dünyadaki birçok hukuk sistemi, velayet kararlarında “çocuğun üstün yararı” ilkesini benimsemektedir. Benzer şekilde, Türk Medeni Kanunu‘nda (TMK) da velayete ilişkin hususlar Birleşmiş Milletler (BM) Çocuk Hakları Sözleşmesi referans alınarak bu ilke ile düzenlenmiştir. TMK’ya ek olarak, Çocuk Koruma Kanunu da kamusal alanda bu ilkenin yerine getirilmesine yönelik devlet kurumlarının yükümlülüklerini vurgulamaktadır. Ancak bu ilkeyi yerine getirmenin zorlukları olmaktadır. Örneğin çocukların gelişimsel ihtiyaçları birbirinden oldukça farklı olduğundan ve her çocuğun kendi bağlamı içinde spesifik olarak değerlendirilmesi gerektiğinden genel geçer bir uygulamanın doğruluğundan söz etmek mümkün olamamaktadır.
Velayeti yalnızca ebeveyne verilen bir hak olarak değerlendirmek doğru değildir. Velayet, çocuğun bakım, sağlık, eğitim, sosyal-duygusal gelişim gibi tüm alanlarda iyi oluşunu sağlamaya yönelik ebeveyn tarafından yerine getirilmesi gereken sorumluluklar bütünüdür. Bu sorumluluğun hangi ebeveyne verileceği, akabinde yerine getirilip getirilmediği kanunlarca denetlenmektedir. Anlaşmalı boşanma ve velayet davalarında bu önemli değişime hem ebeveynler hem de çocuklar açısından daha kolay uyum sağlanabilirken, çekişmeli davalarda süreç tüm aile üyeleri için oldukça zorlayıcı olabilmektedir. Bu durum, çocuklar açısından ayrıca bir değerlendirme ihtiyacı yaratmaktadır.
Dava Sürecinin Niteliğinin Çocuklara Etkileri
Çocuklar açısından bakıldığında boşanma süreci, yalnızca yaşam alanlarının ve günlük rutinlerinin değişmesi değil aynı zamanda aidiyet, güven ve bağlanma gibi temel duygusal ihtiyaçların yeniden şekillenmesi anlamına gelmektedir. Sürecin çocuklar üzerindeki etkisi, ebeveynlerin iletişim biçimlerinden, velayet kararlarının niteliğinden ve çocuğun gelişimsel özelliklerinden doğrudan etkilenmektedir. Çekişmeli ve uzun süren davalar, kararların sık değişmesi ve belirsizlik ortamı, çocukların ebeveyn çatışmalarına daha uzun süre maruz kalmasına ve duygusal olarak yıpranmalarına yol açabilmektedir.
2024 Adalet İstatistiklerine göre, Türkiye’de boşanma dava dosyalarının işleme alınması ve davanın sonuçlanması süreci neredeyse bir yıl sürmektedir. Çocukların gelişimsel ihtiyaçlarının yetişkinlere göre çok daha hızlı değiştiği gerçeği düşünüldüğünde bu süreç çocuk için uzun bir belirsizlik dönemi anlamı taşımaktadır. Bu noktada, çocuğun duygusal ve davranışsal olarak zorlanmasına ek olarak, en sık karşılaşılan risklerden biri “ebeveyn yabancılaşması” durumudur. Çocuk, yanında kaldığı ebeveynin söylemleriyle diğer ebeveyne mesafe koymaya başlayabilmektedir. Bu durum zamanla duygusal bir kopuşa dönüşerek uzun vadede hem ebeveynler hem de yakın çevresindeki diğer bireylerle ilişkisel zorluklar oluşturabilmektedir. Bütün bu tablo, velayet meselesinin yalnızca hukuki bir konu olarak değil aynı zamanda sosyal politika ve çocuk hakları meselesi olarak görülmesi gerekliliğini de ortaya koymaktadır. Çocuğun üstün yararı ilkesi, kağıt üzerinde güçlü bir dayanak sunmakla beraber hayata geçirilmesi için bütüncül bir bakışa ve sistemler arası işbirliğine ihtiyaç vardır.
Uzun süren dava süreçlerinde, Sosyal İnceleme Raporlarının (SİR) bir defaya mahsus değil, düzenli ve farklı açılardan değerlendirmelerle hazırlanması, çocukların seslerinin süreçte daha görünür kılınması ve ebeveynlere yönelik çatışmasız iletişim programlarının yaygınlaştırılması bu çerçevenin bir parçası olmalıdır. Zira çocuğun okul hayatı, akran ilişkileri ya da gelişimsel ihtiyaçları kısa süreli gözlemlerle yeterince anlaşılamayabilir. Bu nedenle raporların detaylı ev ve okul ziyaretleriyle desteklenen, düzenli olarak güncellenen bir yapıya kavuşması büyük önem taşımaktadır. Bu açıdan uluslararası uygulamalarda yer alan çocuk merkezli yaklaşımlar da incelemeye değerdir. Bağımsız dava kayyımlarının, aile ve çocukla iletişimi süren psikolog ve sosyal çalışmacıların yer aldığı, ortak velayet sisteminin de aktif olabildiği uygulamalara ihtiyaç olduğu görülmektedir. Böylece, çocuğun hem günlük yaşamında hem de uzun vadeli yaşamında önleyici bir etki oluşturulabilir.
Ebeveynler ve Sistem İçin Önleyici Destek Mekanizmaları İhtiyacı
Boşanma ve velayet süreçlerinde yaşanan sorunların önemli bir kısmı, dava başlamadan önce ele alınabilecek konulardan kaynaklanmaktadır. Ebeveynlere erken dönemde sunulacak çatışmasız iletişim, ortak karar alma ve çocuk odaklı ebeveynlik becerilerine dair eğitimler hem sürecin gerginliğini azaltabilir hem de çocuğun uyumunu kolaylaştırabilir. Bu tür önleyici destekler, yalnızca bireysel olarak aileler için değil, uzun vadede toplumsal ölçekte de koruyucu bir etki yaratma imkânı sunmaktadır.
Bu noktada Türkiye’de gündeme gelen “Aile Rehberi Sistemi” aile sisteminin bu önemli aşamasında da etkin bir şekilde kullanılabilir. Sistem doğru kurgulandığında, ailelere yalnızca aile kurumunun inşası ve sürdürülmesine yönelik süreçte değil boşanma gibi önemli bir geçiş sürecinde de rehberlik sağlayarak sorunların büyümeden yönetilmesine katkıda bulunabilir. Psikososyal destek, danışmanlık ve izleme mekanizmaları sayesinde ebeveynlerin ihtiyaç duyduğu yönlendirmeyi alması, çocukların üstün yararının daha etkin biçimde gözetilmesine yardımcı olacaktır.
Sonuç olarak velayet, yalnızca ebeveynler arasında paylaştırılan bir hak ya da görev değil doğrudan çocuğun güvenliği, gelişimi ve iyi oluşu ile ilgili bir süreçtir. Bu nedenle alınan kararların odağında “çocuğun üstün yararı” ilkesinin bulunması hayati önem taşır. Ancak bu ilkenin gerçek anlamda karşılık bulabilmesi, yalnızca yasal düzenlemelere değil aynı zamanda işleyişin bütün aşamalarında çocuk merkezli bir yaklaşımın benimsenmesiyle mümkündür.
Mahkemelerin yükünü hafifletecek ve ebeveynleri çatışmadan uzaklaştıracak önleyici mekanizmalar, sosyal inceleme raporlarının güçlendirilmesi, dava süreçlerinin kısaltılması ve ailelere psikososyal destek sağlanması bu yaklaşımın temel bileşenleri arasında yer almalıdır. Böyle bütüncül bir yaklaşım, hem çocukların boşanma sürecinden daha az yıpranarak çıkmasına olanak sağlayacak hem de toplumsal olarak daha sağlıklı bir gelecek inşa edilmesine hizmet edecektir.