SÜMEYYE ÖZDEMİR / Aile ve Nüfus On Yılına Doğru


22-23 Mayıs 2025’te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın himayesinde, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın öncülüğü ile Uluslararası Aile Forumu gerçekleşti. Hem Türkiye’den hem de dünyadan önemli akademisyenlerin ve uzmanların katıldığı forum, aile ve nüfus alanındaki güncel eğilimlerin çok boyutlu biçimde ele alınmasını sağlayarak, uzmanlar ve politika yapıcılar açısından hem farkındalık yaratması hem de stratejik yönelimlere ışık tutan uluslararası bir organizasyon olması açısından Türkiye’de ilk olma özelliğini taşımaktadır. 2025 yılının Aile Yılı ilan edilmesinin ardından, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan forumun kapanış konuşmalarında 2026-2035 yıllarının “Aile On Yılı” ilan edildiğini duyurdu. Son yıllarda aile yapısında meydana gelen değişimler ve nüfus artış hızının önemli ölçüde azalması, uzun süreli ve detaylı bir çalışmayı gerektirdiğinden toplumsal ölçekte konunun zihinlerde aktif bir biçimde tutulması açısından “Aile On Yılı” ilanı oldukça anlamlı görünüyor.
Bu ilanın ardından aile ve nüfus odaklı çalışmalarını yoğunlukla sürdüren Aile Sosyal Hizmetleri Bakanlığı tarafından 2 Aralık 2025’te Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz ve Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Sayın Mahinur Özdemir Göktaş‘ın katılımıyla Ankara‘da “Aile ve Nüfus On Yılına Doğru Uluslararası Sempozyumu” gerçekleştirildi. Hem Türkiye’de hem dünyada nüfus ve aile çalışmalarında yer alan uzmanların, kamu kurumlarının ve sivil toplum kuruluşlarının katıldığı sempozyumda, arka plan konuşmaları ve paneller süresince aile ve nüfus konuları mevzuat, çalışma hayatına yönelik düzenlemeler, ekonomik durum ve teşvikler, eğitim ve farkındalık gibi farklı boyutlarıyla ele alındı. Arka plan konuşmaları ve “Ailenin Güçlendirilmesine Yönelik Politikalar” ve “Ulusal ve Uluslararası Nüfus Politikaları” başlıklı iki panelden oluşan sempozyumda, modernite ve sekülerleşmenin aile yapısına etkileri, babalık başta olmak üzere ebeveynlik rolüne dair değişimler, uluslararası kurumların aile politikaları ve toplumsal açıdan oluşturduğu algılar, sağlık sistemindeki düzenlemeler, ekonomik düzen gibi birçok değişkenin aile yapısı ve nüfus artış hızına nasıl yön verdiği tartışıldı.
Babalığın erozyonu aileye meydan okuyor
Programda modernite ve sekülerleşme ile birlikte aile kurumuna ve ebeveynlik rollerine atfedilen anlamının değişmesinin Türkiye’deki aile yapısına ve nüfus artış hızına etki eden önemli bir faktör olduğuna değinildi. Bu dönüşümde, özellikle babalık rolünde yaşanan çözülme giderek daha görünür hale büründü. Pek çok uzman “babalığın ölümü”nden söz ederken, bunun yalnızca fiziksel yokluk değil aynı zamanda duygusal, zihinsel ve sorumluluk temelli bir geri çekilme olduğunun altını çiziyor. Babaların çocuğun bakım ve duygusal süreçlerinden kendilerini mahrum bırakması, annelerin ise ebeveynlik ve çalışan rollerinde bir tercih yapmak zorunda hissetmeleri ailelerdeki yapısal kırılmaları arttırıyor ve çocuk sahibi olmak böylece gündemin dışında tutuluyor. Anne ve babalığın birer “profesyonel rol” olarak ele alınmaması, ebeveynliğin rastlantısal ve hazırlıksız bir süreç gibi yaşanmasına yol açıyor. Modern yaşamın hızlanan temposu ve bireyselleşmenin güçlenmesi, ebeveynlik rollerinin zaten kırılgan olan sınırlarını daha da belirsizleştiriyor. Kadını güçlendirmeyi amaçlayan politik ve toplumsal söylemler önemli kazanımlar üretmesine karşın erkeğin aile içindeki yerini görünmez kılan ve onu bakım sorumluluğundan uzaklaştıran dinamikler göz ardı edildiğinde, aile bütünlüğü kaçınılmaz biçimde zedeleniyor. Bu tablo, bir yandan kadın üzerinde “sürekli yeterli olma” baskısını artırırken, diğer yandan erkekleri duygusal geri çekilmeye ve aile içinde edilgenleşmeye itiyor. Böyle bir ortamda aile, yalnızca ekonomik nedenlerle değil, anlam ve rol örgüsünün dağılmasından dolayı da zayıflıyor.
Majör faktör ekonomi değil
Türkiye’de doğurganlık hızının düşüşünü yalnızca ekonomik kaygılarla açıklamak artık yetersiz kalıyor. Programda da vurgulandığı üzere, bugün aile kurma ve çocuk sahibi olma motivasyonunu şekillendiren temel dinamikler çok daha geniş bir açıdan değerlendirilmeli. Modern yaşamın sağlık, biyoloji, beden politikaları ve bireysel yaşam tarzları üzerindeki etkileri çocuk sahibi olma açısından verimli dönemi fizyolojik ve psikolojik açılardan etkiliyor. Ekonomik koşullar elbette önemli, ancak tabloya yalnızca buradan bakmak güncel nüfus eğilimlerinin neden bu kadar dramatik biçimde değiştiğini açıklamaya yetmiyor. Örneğin, çocuk sahibi olma yaşının ertelenmesi sadece kariyer ve yaşam tarzı tercihlerinin değil, aynı zamanda biyolojik süreçlerin de yeniden şekillenmesinin bir sonucu. 1830’larda ortalama menarş yaşı 17–18 iken, günümüzde bu yaş 11–12’ye kadar düştü. Beslenme koşullarının değişmesi, vücut kitle indeksinin yükselmesi, erken ergenlik ve erken menopoz biyolojik ritmi daha da karmaşık hale getiriyor. Kadın bedeni tarihte hiç olmadığı kadar hızlı değişirken, toplumsal koşullar anneliği daha geç yaşlara erteliyor ve böylece çocuk sahibi olmak için verimli dönem çok sınırlı bir zaman aralığına sıkışmış oluyor.
Sağlık alanındaki gelişmeler ise paradoksal bir durum yaratıyor. Kontrasepsiyon yöntemlerinin yaygınlaşması kadınlara özgürlük sağlarken, aynı zamanda toplumun genel çocuk sahibi olma davranışını kalıcı biçimde değiştiriyor ve ötelemeyi de kolaylaştırıyor. Bununla birlikte yardımlı üreme tekniklerine erişimin hala sınırlı olduğu söylenebilir. Yaş fark etmeksizin çocuk sahibi olamayan çiftlerin tedavilerinin erkenden başlaması elzem bir hal alıyor zira tedavi sürecine başladıklarında verimli dönemi kaçırmış olmaları oldukça mümkün. Geçmişte her on çiftten biri kısırlık tedavisine başvururken bugün bu oran altı çiftten biri olmuş durumda. Bu açıdan, sosyal güvenlik teşviklerinde bu konunun ciddiyetle ele alınması oldukça önemli görünüyor.
Bu tablo, doğurganlık sağlığının yalnızca bireysel tercihlerle değil, kamu politikalarıyla da şekillendiğini açık biçimde ortaya koyuyor. Dolayısıyla Sağlık Bakanlığı’nın üreme sağlığı, erken teşhis ve anne-bebek sağlığı alanlarında attığı adımların bu süreçte belirleyici rolü bulunuyor.
Bu anlamda Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü tarafından Toplum Sağlığı Merkezlerinde tüm Türkiye’de toplam 350’ye yakın Sağlıklı Hayat Merkezi beslenme ve diyetetik, psikososyal destek, çocuk gelişimine yönelik hizmetler gibi birçok alanda çalışmalarını sürdürüyor. “Sağlıklı Bebek Sağlıklı Anne” teması ile 50’den fazla hastalık tanısı anne adayları için sistemde takip ediliyor ve bu tanılardan herhangi birini alan anne adayları yüksek riskli gebelik kategorisinde perinatologlar tarafından öncelikli olarak sıkı bir takip altına alınıyor. Her gebeye koordinatör ebe hizmeti ile ebe istihdamı arttırılarak annelere gebelik ve lohusalık döneminde hem medikal hem psikososyal açıdan destek sağlanıyor. Bu eğitim ve farkındalık çalışmaları ile yüzde 33 olan sezaryen doğum oranı son 2,5 ay içerisinde yüzde 4 azalarak uzun yıllar sonra ilk kez azalma eğilimi gösteriyor. Bakanlık, çalışmalar ile bu oranın kısa zamanda daha düşeceğini öngörüyor.
Yeni Sessiz Tehlikeler: Yaşlılık ve Yalnızlık
Ortalama yaşam süresinin uzaması, sağlık hizmetlerine erişimin iyileşmesi ve doğurganlığın düşmesiyle birlikte toplum, tarihte hiç olmadığı kadar belirgin bir yaşlanma eğrisine girmiş durumda. Bugün 65 yaş üstü nüfus, yalnızca nicel bir artış göstermiyor; toplumsal yapının işleyişini, aile ilişkilerinin biçimini ve sosyal politikaların önceliklerini yeniden belirleyen stratejik bir kategoriye dönüşüyor. Yaşlılık artık sadece biyolojik bir evre olmaktan ziyade bakım ihtiyacının arttığı, gelir desteğinin kritikleştiği, sosyal katılımın zorlaştığı ve kırılganlıkların belirginleştiği çok boyutlu bir yaşam dönemi olarak görülüyor. Bu dönüşüm, hem ailelerin taşıyabileceği yükün sınırlarını hem de devletin sosyal koruma kapasitesini doğrudan ilgilendiriyor. Dolayısıyla yaşlılık meselesi, nüfus politikalarının yalnızca gelecek kuşakları değil, mevcut kuşağın ihtiyaçlarını da kapsaması gerektiğini gösteren temel bir toplumsal başlık hâline geliyor. Emeklilik maaşları ve sosyal güvenlik harcamaları yakın geleceğin önemli hususları olarak kaçınılmaz olarak karşımıza çıkacak.
Bununla birlikte yalnız yaşayan bireylerin oranı da hiç olmadığı kadar yüksek seyrediyor. Her 5 evden evden 1’inde bireyler tek başına yaşıyor. Yalnız yaşayanların üçte birini 55 yaş kadın bireyler oluşturuyor.
Sonuç olarak, tüm bu veriler ve tartışmalar Türkiye’nin aile yapısı ve nüfus dinamikleri açısından tarihî bir eşikte bulunduğunu gösteriyor. Aile kurumunun anlamının değişmesi, ebeveynlik rollerinin belirsizleşmesi, sağlık ve biyoloji alanındaki dönüşümler, yaşlanmanın artan ağırlığı ve yalnızlığın görünmez biçimde derinleşmesi birbirinden bağımsız sorunlar değil aksine aynı toplumsal zeminin farklı yüzleri. Bu nedenle önümüzdeki dönem, yalnızca doğurganlık hızını yükseltmeyi değil, aileyi bir bütün olarak güçlendirmeyi hedefleyen kapsamlı bir yaklaşımı zorunlu kılıyor. “Aile On Yılı” ilanı bu açıdan, ekonomik teşvikleri, sosyal destek mekanizmalarını, sağlık hizmetlerini, çalışma hayatındaki düzenlemeleri ve kuşaklararası dayanışmayı birlikte ele alan uzun vadeli bir politika vizyonunun başlangıç noktası olabilir. Türkiye’nin demografik geleceğini güvence altına almak, ancak aileyi hem kültürel hem sosyal hem de yapısal bir değer olarak yeniden merkeze alan bütüncül bir bakış açısıyla mümkün olacaktır.



