YAZARLAR

NİHAT HATİPOĞLU / Allah dostları böyleydi

“Dün gece rüyamda aşk mahallesinde bir ihtiyar gördüm. Bizim tarafa gel diye bana eliyle işaret etti…
” Vefatından kısa bir süre önce böyle diyordu Hz. Mevlânâ. Bütün evrene “aşk” gözüyle bakabilen bir insan ancak Allah’a vuslata erince aşk sözcükleri terennüm edebilir. Büyüklerin ölüme hazırlığı da özgül ağırlıklarınca büyük oluyormuş. “Artık yetişir. Bir şeylerden bahsetme. Çünkü ben kendimde değilim!” Doğruydu. Hayatın son, ölümün ise ilk basamağında olan kendinde olmaz ki. Kendinde olsa, o olamaz ki!
Aslında bütün çevresi onun yıllardır manevi bir sarhoşluk hâlinde olduğunun farkındaydı. Bütün manevi yürüyüşün doruğuna ulaştığını görmüştü herkes. O aşkın verdiği çılgınlığa esir olmuştu. Gittiğiyle iyiydi. Çünkü O’na hiç ihanet etmemişti.

MEVLÂNÂ İKSİRİ BULMUŞTU
İşte şu anda duyduğu bütün acılar, dünyanın kendisine vurabileceği son darbelerdi. Daha ötesinde ne vardı ki! Daha ona kim ne yapabilirdi ki! Bu sükûtu ve sükûnu unutmuş yürek, kapısını aralayan oğluna sesleniyordu:
“Git, başını yastığına koy. Beni yalnız bırak. Geceleri dolaşıp duran yanmış yakılmış bu hastadan vazgeç. Biz geceleri yapayalnız, sabahlara kadar sevda dalgaları arasında çırpınıp dururuz. Biz gam köşesinde gözyaşları dökerek inlemekteyiz.”
Bu yazıma Kuran‘dan ve Hz. Peygamber’den (SAV) sevgi ve aşk derleyen Hz. Mevlânâ’nın çağrısıyla girmek istedim. Bu iki duyguya ne kadar muhtacız bugün. Dünyanın tümüne sevgi ve aşk duyguları hâkim olsun dilerim önümüzdeki zamanlarda. Kinin, nefretin, egoizmin, bedbinliğin, bencilliğin, şehvetperestliğin ve bütün manevi kirlerin tümünün üstesinden gelebilecek tek iksir bu olsa gerek. Mevlânâ bu iksiri bulmuştu.
Bazımız Hz. Peygamber’e (SAV) bakarken yetim ve öksüz olan Abdullah‘ın oğlunu gördük. Bazımız Uhud‘da dişi kırılan yaralı Resul‘ü gördük. Bazımız torunlarını sırtına yüklemiş bir sevecen dedeyi gördük. Bazımız sadece görmek istediğimizi gördük. Bazımız bunların sadece bir kısmını gördük. Bazımız ise hiçbir şey göremedik.

KİBİR TERK EDİLMELİ
Mevlânâ çoğumuzun göremediğini gördü ve gördüğü anda da haykırmaya başladı: “Hz. Peygamber’in yolundan gitmek için aşk gerekir.” (Divan-ı Kebir, c. 4, s. 278). “O’nu anlamak için cehaleti, düşmanlığı, kibri terk etmek gerekir.” (Mesnevî, c. 1, s. 315).
Biri dedi ki: “Niçin minarede yalnız Tanrı’ya sena etmeyip Hz. Muhammed’i (SAV) de anıyorlar?” Cevaben şöyle dedi: “Muhammed’siz minare olur mu? Tanrı’nın senası (övgüsü) değil miydi sanki.” (Fîhi mâ fih, s. 348).
Hz. Mevlânâ burada da durmuyordu. Bir derdi olan deva bulmadan durur mu? Onun hasta ruhunun devası, bütün manevi hastalıkların devası olan aşk ve sevgi Peygamber’iydi. Bunun farkındaydı. Onun için Hz. Peygamber’in (SAV) sözünü naklediyordu: “Ben zaman tufanında gemi gibiyim. Ben ve ashabım, Nuh’un gemisine benzeriz.” (Mesnevî, c. 4, s. 44). “Hz. Peygamber (SAV) dünyada bütün insanların sarayına konuk oldukları bir ev sahibi, bir sultandır.” (Mesnevî, c. 5, s. 10).

İSLAM’IN GÖNÜL TUTSAĞI
Mevlânâ İslam’ın bir gönül tutsağıydı. Köleliğe şiddetle karşıydı, ama o aşk kölesi olmaya hazırdı. “Canım bedenimde oldukça Kuran’ın kölesiyim. Seçilmiş kul Hz. Muhammed’in (SAV) yolunun toprağıyım. Kim bu söz dışında bir söz naklederse benden, ondan da o sözden de şikâyetçi olurum.”
Hâlden anlayamayanlardan şikâyetçiydi. Sevmeyi beceremeyenlerden şikâyetçiydi. Karamsarlıktan, ikilikten, vefasızlıktan, dost bulamamaktan, anlaşılamamaktan, sesini duyuramamaktan, “ben”den kurtulamamaktan şikâyetçiydi. Dilerim ki önümüzdeki zamanlar bu anlamadaki çemberi kırabilmek için bizlere bir fırsat verir.

***

PİLOTLAR DA AĞLAR
Beraber uçuyorduk. Yan yana oturduk. Kucaklaştık. Yıllarca kaptan pilotluk yapmıştı. Fakat bu uçuşta o da benim gibi yolcuydu. Etkisinden bir türlü kurtulamadığı bir yolculuğunu anlatacaktı. Ama anlatırken bile heyecanlanıyordu. Şöyle diyordu:
“İlk defa Medine’ye uçacaktık. Havalandık. Uçuş boyunca imkânsız bir heyecan fırtınası esiyordu içimde. Medine’ye yaklaştık. Alçalmaya başladık. Havada kesif bir kum fırtınası vardı. Sanki ağır bir sis içinde yüzüyorduk. Yanımda genç bir pilot vardı. O da ilk kez Medine’ye uçuyormuş. Biraz sonra kum fırtınasından çıkmamış da sanki bir boyuttan başka bir boyuta geçmiş gibiydik. Gözüm, ileride görülen Peygamberimizin (SAV) mezarına takıldı. Çok uzaktı belki ama sanki yanımdaydı. İnsanı bir mıknatıs gibi çekiyordu. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi.
Ben ki şunca yıl uçmuşum, ben ki inmediğim havaalanı kalmamış, ben ki dünyada görülmedik yer bırakmamışım. Ama hiçbir yerde böyle olmamıştım. Sanki gözüm değil de gönlüm oraya takılmıştı. Bir an yanımdaki genç arkadaşıma baktım, gözlerinden inen yaşlar yanağına dökülmüş. İçin için ağladığını anladım.
‘Çok mu etkilendin, baksana yanakların ıslanmış?’ dedim. Bana döndü: ‘Kaptan senin de yanakların ıslanmış baksana’ dedi. Farkında değildim. Meğer ben de ağlamışım.”

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu