MEHMET UĞUR EKİNCİ / Kıbrıs’ta Beklentiler ve Gerçekler


Kıbrıs’ta iki lider, Perşembe günü Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri’nin Kişisel Temsilcisi Maria Angela Holguin Cuellar’ın ev sahipliğinde bir araya geldi. Görüşme sonrası liderler, kuzeyden güneye geçişlerin kolaylaştırılması ve hellim ihracatında işbirliği yapılması gibi güven artırıcı önlemler üzerinde çalışacaklarını ve görüşmelere devam edeceklerini belirtti. Ancak Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümü için yolun hâlâ çok uzun olduğu görülüyor.
Görüşlerde Değişiklik Yok
Kıbrıs’ta BM arabuluculuğunda 1970’lerden beri yürütülen çözüm müzakerelerinin son raundu olan 2017’deki Crans-Montana zirvesi, iki toplumlu ve iki kesimli federasyon formülü üzerinde uzlaşmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha göstermişti. O tarihten sonra Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), Kıbrıslı Türklerin egemen eşitliği ve eşit uluslararası statüsünün mutlaka kabul edilmesi gerektiği, bu temelde en gerçekçi çözümün ise iki devlete dayandığı tezini benimsedi.
KKTC’de Ekim ayında Tufan Erhürman‘ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi, donmuş olan çözüm müzakerelerinin yeniden canlanabileceğine dair uluslararası toplumda bir iyimserlik meydana getirdi. Ancak aradan geçen zaman, tarafların temel tezlerinde kayda değer bir değişiklik olmadığını gösterdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan‘ın beyanları, Ankara‘nın adada “iki devletin bir arada var olması” yönündeki görüşünü koruduğunu teyit ederken, Erhürman da göreve gelişinin ardından Türkiye ile tam bir anlayış ve eşgüdüm içinde hareket ettiklerini defalarca vurguladı.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Lideri Nikos Hristodulidis’in de müzakere masasına oturulması halinde geçmişten farklı bir çizgi izleyeceğine dair ortada hiçbir emare bulunmuyor. Rum tarafının kırmızı çizgileri hakkında kendisinin ötedenberi hiç de esnek görüşlere sahip olmadığı biliniyor. Dahası, bugün siyasi desteğinin önemli bir bölümünü milliyetçi-muhafazakar tabandan alan Hristodulidis’in, temel anlaşmazlık konularında radikal bir açılıma gitmesi adeta siyasi bir intihar olacaktır. Nitekim bir önceki dönemde Ersin Tatar‘ın sunduğu ve çözümden bağımsız olarak karşılıklı iş birliğini hedefleyen güven artırıcı adımlar bile kendisince dikkate alınmamıştı. Bu şartlarda Rum lider Hristodulidis’in yıllardır dile getirdiği “müzakerelere Crans-Montana’da kaldığımız yerden devam edelim” çağrısının içinin ne kadar dolu olduğu bir hayli şüpheli.
Rumlar İçin Samimiyet Testi
Selefi Tatar’dan farklı olarak çözüm müzakerelerine başlamaya hazır olduğunu ifade eden Erhürman, bunun gerçekleşebilmesi için Rum tarafına dört maddelik bir öneri paketi sundu. Bu paket, Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğinin tartışmasız kabul edilmesini, üzerinde daha önce uzlaşılmış hususların tekrar tartışmaya açılmamasını, müzakerelere kesin bir süre sınırı getirilmesini ve sürecin başarısız olması durumunda Türklerin aleyhindeki statükonun değişeceğinin BM tarafından güvence altına alınmasını içeriyor. Böylece Erhürman, yalnızca müzakere yapmış olmak için masaya oturma döneminin kapandığını, sonuç odaklı olmayan hiçbir sürecin parçası olunmayacağını ilan etmiş oldu.
Tatar’ın cumhurbaşkanlığı döneminde Hristodulidis, müzakerelere hazır olduğunu tekrarlayarak çözümsüzlük konusunda Türk tarafını sorumlu tutma konforuna sahipti. Erhürman’ın gelişiyle Rumlar, Türkleri doğrudan “çözüm karşıtı” olarak nitelendirme imkânını artık kaybetti. Bugün Erhürman’ın masaya koyduğu dört maddelik öneri, Hristodulidis için gerçek bir samimiyet testi anlamına geliyor.
Rum tarafının tepkilerine bakılırsa, paketin ilk üç maddesi prensipte kabul edilmekle birlikte dördüncü maddeye bakışlar son derece olumsuz. Halbuki bu yeni bir fikir de değil: Annan Planı müzakerelerinin başarıya ulaşmaması durumunda da Türklere uygulanan izolasyonların kaldırılacağı öngörülmüş, hatta 2004’teki referandumun ardından BM Genel Sekreteri Kofi Annan, raporunda Kıbrıslı Türklere uygulanan izolasyonun gerekçesinin ortadan kalktığını belirtmişti. Ancak uluslararası toplumdan ambargoları kaldırmaya yönelik herhangi bir girişim meydana gelmedi. Müzakereler devam ettikçe ambargoların kaldırılması çözüme endekslenmeye devam etti ve bu sırada GKRY, adanın tamamını temsil etmenin getirdiği rahatlıkla statükodan kendi adına çıkar sağlamayı sürdürdü.
Bütün bu tecrübeler, müzakerelerin uzaması veya kesintiye uğramasından ötürü adadaki Rumlar bir şey kaybetmezken Türklerin bedel ödemeyi sürdürdüğünü gösterdi. Bu adaletsiz duruma karşı Türkiye ve KKTC’nin gösterdiği tepkiler üzerine BM Genel Sekreteri Antonio Guterres de son yıllarda müzakerelerin sonuç odaklı bir biçimde yürütülmesi gerektiğini ifade ediyor.
Müzakerelerin gerçekten sonuç odaklı olabilmesi için ise mutlaka bir havuç-sopa mekanizmasının devreye alınması gerekir. Bu tür bir mekanizma, 2004 referandumunda yalnızca Kıbrıslı Türkler için işletildi ve bunun sonucunda Türklerin çoğunluğu AB dışında kalmamak adına referandumda evet oyu kullandı. Ancak Rumlara onları Türklerle anlaşmaya sevk edecek kadar güçlü bir teşvik ya da risk bugüne değin sunulmadı.
Erhürman’ın önerdiği dördüncü madde, Rumlar üzerinde önemli bir baskı meydana getirecek ve üçüncü maddedeki takvim şartıyla beraber işletildiğinde onları belirli bir zaman sınırı içerisinde Türklerle anlaşmak ya da izolasyonların kaldırılmasına razı olmak gibi büyük bir ikilem içerisinde bırakabilecek olduğundan, Rumların bunu reddetmeleri gayet anlaşılabilir bir durum. Ancak taviz vermeye kapı aralayacak iradeyi dahi göstermekten kaçınmaları, Türklerle yetki paylaşımına ne kadar mesafeli oldukları konusunda da bize bir fikir veriyor. Bu bakış açısıyla girişilecek müzakerelerin bir anlaşmayla sonuçlanmasını beklemek hiç de gerçekçi değil.
Uluslararası Dinamikler
Kıbrıs’ın geleceği, adadaki iki tarafın anlaşmasının ötesinde uluslararası dinamiklere ve bölgesel güç dengelerine bağlı. Bu bakımdan mevcut konjonktür, özellikle Türkiye için hiç de elverişli bir zemin sunmuyor. Öncelikle Türkiye’nin Kıbrıs’ta federal çözüme verdiği en güçlü desteğin, kendisinin de AB’ye üyelik yolunda ilerlediği zamanlara denk geldiğini kaydetmemiz gerekir. Erken 2000’lerin aksine bugün Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ı içine alan gerçekçi bir gelecek vizyonu bulunmuyor. Bu durumda Türkiye’nin Kıbrıs’taki varlığından vazgeçmesinin stratejik bir anlamı olmaz.
Kaldı ki Doğu Akdeniz’de yaşanan gelişmeler, Türkiye için Kıbrıs’ın stratejik önemini giderek daha da artırdı. Gazze ve Suriye’de yaşananlar Türkiye ile İsrail’i karşı karşıya getirirken GKRY, bu ülkeyle enerji ve savunma gibi stratejik alanlarda ilişkilerini iyice ilerletmiş durumda. GKRY-İsrail işbirliğine eklemlenmiş bir diğer ülke olan Yunanistan ile de 2023’ten beri gerginlikler durulmuş olsa da temel sorunlar devam ediyor. Kısacası, Doğu Akdeniz’de ortak endişeleri ve hedefleri Türkiye olan bir blok oluşmuş durumda.
Bu bloğa ABD, Obama yönetiminden beri partiler üstü bir politika olarak destek veriyor. Geçtiğimiz ay Atina’da yapılan enerji zirvesinin ardından ABD Dışişleri Bakanlığı, Doğu Akdeniz’deki stratejik istikrar ve dayanıklılık adına bu üç ülke arasındaki enerji işbirliğini desteklediğini açıkladı. Washington’un ABD şirketlerinin Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yatırımlarını güvence altına almak ve enerji alanında Rusya’ya karşı elini güçlendirmek amacıyla bu politikayı uzun bir süre devam ettireceği öngörülebilir.
Bütün bunlar, Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri varlığını korumayı stratejik olarak gerekli kılan sebepler olarak okunabilir. Ancak son dönemde bu parametreleri etkileyebilecek bazı uluslararası gelişmeler de yaşanıyor. Birincisi, ABD’de giderek belirginleşen NATO aleyhtarı görüşler, Avrupa’yı yeni bir güvenlik mimarisi geliştirmeye itti. Bu mimaride Türkiye’nin önemli bir rolü olduğunu düşünen Avrupa ülkeleri, Türkiye ile siyasi diyaloğun güçlendirilmesini istiyorlar. Ancak GKRY’nin her konuda Türkiye’yi ötekileştiren tutumu bunun önünde ciddi bir engel teşkil ediyor. Bu durum karşısında GKRY’nin Türkiye’ye karşı yapıcı hareket etmesine yönelik çağrılar Avrupa başkentlerinde giderek daha fazla dile getiriliyor.
Gelişmelerden ikincisi ise ABD’nin Doğu Akdeniz’e giderek daha fazla ilgi göstermesi. Başta Ankara Büyükelçisi Tom Barrack olmak üzere ABD’li diplomatlar, Doğu Akdeniz’de istikrarın sağlanması adına Türkiye’nin İsrail ve Yunanistan ile sorunlarının giderilmesi ve Kıbrıs’ta bir çözüme ulaşılması için çalıştıklarını dile getiriyorlar. Söylemlere bakılırsa, ABD’nin yukarıda bahsedilen üçlü bloğu Türkiye ve Ortadoğu ülkelerini de içerecek şekilde genişletmeyi ve böylece uzun soluklu ve kendi kendini idame ettirecek bir bölgesel düzen kurmayı hedeflediği anlaşılıyor.
Bu gelişmeler, uluslararası aktörlerden Kıbrıs’ta statükonun değişmesi yönünde yeni açılımların gelebileceğini düşündürüyor. Örneğin ABD, adadaki taraflara ve garantör ülkelere ekonomik kazanç temelinde bir çözüm önerisi sunabilir. Kıbrıs sorununun Avrupa için ürettiği maliyetin artması durumunda ise Avrupa ülkelerinden GKRY’ye yönelik baskı niteliğinde hamleler gelebilir.
Ne var ki mevcut şartlar dikkate alındığında, bütün bu olası açılımların ilgili tarafları tercihlerini değiştirmeye ikna etmesini beklemek fevkalade zor. Uluslararası toplumun GKRY’yi adanın tek meşru temsilcisi kabul etmesi, Türklerin talep ettiği hakların Rum tarafında birer taviz olarak görülmesine yol açıyor. Dahası, ortada bir anlaşma olmadığında bile Rumlar, adanın tamamı adına uluslararası anlaşmalar imzalayabiliyor, stratejik ortaklıklara girebiliyor ve AB’nin Türkiye politikasını etkileyebiliyor. BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayanan, dolayısıyla uluslararası hukuka göre bağlayıcı kabul edilen bu görüş varlığını sürdürdükçe dengeli bir müzakere sürecinin yürütülmesi ve sonuçta bütün tarafların memnun olacağı bir çözüme ulaşılması mümkün görünmüyor. Türkiye’nin de ABD ve AB ilişkiler bağlamında sağlayacağı bazı menfaatler karşılığında Kıbrıs’ta Türklerin siyasi varlığını uzun vadede tehlikeye düşürecek bir formülü kabul etmesi beklenemez.



