Kupkuru bir takvime can vermek


Dünya, güneşin etrafında dönüyor…
Ortaya orası burası çeken, sarkan, eksilen bir takvim çıkıyor…
Hep bunu konuşuyoruz…
Hele tam bu zamanlarda…
***
İşim gücüm buna bağlanmasa…
Bana ne!
Ben aya bakanlardanım…
Ve ayı…
Ayın aşkla dünya etrafında dolanışını severim…
***
Ne yazıyor bu adam, demezsiniz artık…
Alıştınız…
Kimbilir, kaç aralık ayında, burada bu köşede “Ruhsuz bir takvimden bana ne!” diye yazdım…
Nihayetinde…
Kökleri yarı pagan, yarı Hıristiyan ama artık baştan ayağa global iş dünyasının hapishanesine çevrilmiş bir takvim bu…
***
Bir sabah kalktığımızda “yeni bir yıl”a uyanacağımıza kim inandırmış yahu bizi?
Bütün hikâyenin hepimizi yalandan birleştiren şu takvimden çok daha derin bir temele oturması gerekmez mi?
***
İnsanın bir de kişisel takvimi olmalı…
Eski ayları, eski yılları…
Ve yepyeni bir yılı mesela…
Olabilir mi?
Hep aklıma Sezai Karakoç‘un dizeleri gelir: “Sen bana yeni yılsın her dakika / Her dakika bir yaşıma daha giriyorum.”
***
Tamam!
İnsanın her alanda yeni başlangıçlara ihtiyacı var…
Ruhumuza sinen yaşamak yorgunluğunu üzerimizden atmanın en iyi yollarından biri bu…
Her şey aynı görünse bile bir çıkış hayal ediyoruz.
Bir başlangıç…
Silkinmek, toparlanmak, yenilenmek istiyoruz.
Aslında…
Değişmek istiyoruz.
Zurnanın zırt dediği yer de orası…
İstemekle olmuyor.
Eylem ve irade gerekiyor.
Sanıyoruz ki, takvim dönerse…
Eylemin yerini tutar…
Ne saflık ama!
İçinde geleneğin derinliklerine ve tek tek hepimizin kalbine dair en ufak bir iz bile taşımayan…
Bizi hiç umursamayan…
Alabildiğine kuru bir takvim bu…
E o zaman nasıl olacak bu değişim?
***
Soğuk bir ocak ayı, yılın ilk ayı olacak ha!
Peki…
Bari İstanbul‘da toplanalım…
Galata Köprüsü‘nün orada…
Ve Gazze için haykıralım o gün…
Ki kupkuru bir matematiğin içi “insan”la ve isyanla anlam kazansın!
Zulme karşı ayağa kalkalım ki…
Daha ilk günden içi dolsun!



