YAZARLAR

İLKER GEZİCİ / Kendi mezarını kazan bir adam

David Cronenberg, ölümün fizikselliğini ve zihnin karanlık labirentlerini beyazperdeye taşımayı meslek edinmiş bir yönetmen. “Korkunun Kralı”, “Beden Sineması’nın en güçlü temsilcisi”, “Teknolojik yabancılaşmanın önderi” olarak anılan Kanadalı auteur, 81 yaşında çektiği Kefenler ile hem geçmişine hem de kendi travmalarına göz kırpıyor. Ancak bu film, ne yazık ki ustalığını taşıdığı kadar, yorgunluğunu da sırtlanıyor. Kefenler, karısının ölümünden sonra kederin derinliklerinde kaybolmuş bir iş insanı olan Karsh’ın (Vincent Cassel) hikâyesini anlatıyor.

Karsh, ölümle yüzleşmenin teknolojik bir yolunu icat ediyor. GraveTech adını verdiği bu sistem sayesinde yakınlarını kaybedenler, mezarlardaki cesetleri özel kefenler ve video yayınları aracılığıyla izleyebiliyor; çürümeyi, yok oluşu, “orada hâlâ bir şey var mı?” sorusunu ekranlarda canlı canlı gözlemleyebiliyor. Cronenberg’in “bedene hapsolmuş bilinç” takıntısı, burada mezara hapsolmuş bir belleğe dönüşüyor. Ama bu sadece başlangıç. Bir gece, aralarında Karsh’ın karısının mezarının da bulunduğu birkaç mezar tahrip ediliyor. Kederin yerini paranoya, geçmişin yerini komplo alıyor. Film, bir suç hikâyesi gibi başlasa da hızla bir psikoseksüel gerilime, hatta zaman zaman anlamını yitiren bir bilinç akışına dönüşüyor. Fikir ve giriş iyi ancak gelişme ve sonuç ne yazık ki tatmin etmiyor. Ölüm ve sonrasıyla ilgilenen, yapay zekayı kendi çıkarları için kullandığını sanan Karsh’ın kafa dağınıklığı izleyiciye de yansıyor. Ben şahsen filmi nereye oturtacağımı bilemedim.

BEDENİN GÜNCESİ
Aslında Cronenberg, bedeni merkeze aldığı bütün filmlerinde izleyiciyinin kafasını karıştırmayı başarıyor desek yanlış olmaz. Vermek istediğ mesajı tam olarak söylemediği için izlerken “bu ne alaka” diyeceğiniz pek çok sahne konudan sapmanıza sebep oluyor. İzleyiciyi içine çeken değil, seyirciyle mesafe yaratan bu yaklaşımı sevenler de var, ben onlardan değilim. The Fly’da bedensel dönüşüm, Videodrome‘da teknolojinin bedene saldırısı, Crash‘te travma ve erotizm ilişkisini ele aldığında yine aynı benzer durumu yaşamıştım. Kefenler ise bedenin yok oluşuna bir bakış. Ancak bu kez beden değil, onu izleyen gözler ön planda. Karsh, ölü karısının çürüyen bedenini izlerken, biz de onun ruhsal çöküşünü izliyoruz. Film boyunca Becea’nın (ve ikiz kardeşi Terry’nin) çıplak, yarı eksik, zımbalı bedeninin ekranlara taşınması, Cronenberg’in çarpık estetiğinin bir parçası gibi görünse de, zamanla anlamını yitiriyor. Şok etmiyor, düşündürmüyor, sadece orada duruyor.

Kefenler, Cronenberg’in en kişisel filmlerinden biri. 38 yıllık eşi Carolyn’in ölümünden sonra yaşadığı yas, senaryoya damar damar işlemiş. “Keder sonsuzdur” diyen yönetmen, bu filmle adeta kendi ruhunun mezar taşını kazıyor. Ancak kişisel olanın evrensel olması için estetik bir tutarlılıkla, duygusal bir açıklıkla örülmesi gerekir. Cronenberg’in dehası burada yer yer sarsılıyor. Anlatı karmaşık, karakterler yüzeysel, metaforlar fazla doğrudan. Görsel olarak etkileyici ama ruhen dağınık. Diane Kruger’in hem Becea’yı hem de ikiz kardeşini canlandırması, anlatının zihinsel bulanıklığını artırıyor. Vincent Cassel’in Karsh’ı ise acı çeken bir dâhiden çok, kafası karışık bir figür gibi duruyor. Filmdeki sürekli göze sokulan “Ruslar mı Çinliler mi?” sorusu; izleyiciyi uluslararası bir komplonun içine çekeceğine, anlatının inandırıcılığını zedeliyor. Film, her Cronenberg işi gibi teknoloji, toplum, ölüm ve arzu üzerine sorular soruyor ama bu kez cevaplardan çok, cevap veremeyişleriyle kalıyor.
Cronenberg’in kariyeri baştan sona bir “beden ve bilinç tarihçesi” olarak okunabilir. Shivers, Rabid, The Brood, Dead Ringers, Crash, Cosmopolis, Crimes of the Future… Bu filmler hem korkunun hem düşüncenin sınırlarında gezinir. Kefenler, bu dizinin en melankolik ve en içe dönük halkası. Ama bir başyapıt değil. Cronenberg’in yaşla birlikte gelen kayıplara, hatıralara ve yok oluşa dair söyleyecek çok şeyi olsa da, bu film bunları ne tam olarak korkutuyor ne de düşündürüyor.
Neticede Kefenler, Cronenberg’in sinemasal cesaretinden doğmuş ama yorgunlukla yoğrulmuş bir film. Kimi anlarında etkileyici, çoğu anında dağınık. Ustanın geçmişte kurduğu karanlık evrenlere kıyasla daha az tok, daha az rahatsız edici ama bir o kadar da kişisel. Belki de asıl korku, teknolojide, çürüyen bedenlerde ya da komplo teorilerinde değil; sevdiklerimizin artık bizimle olmamasında gizlidir. Ve belki de Cronenberg’in bu filmle bize hatırlatmak istediği şey tam olarak budur: Yas, artık sadece duygusal bir süreç değil. Dijitalleşen dünyada o da bir veri akışına, bir canlı yayına, bir ekran izine dönüşüyor. Peki ya biz? O ekrana ne kadar süre bakabiliriz?

SİNEMAYLA MÜZİK BULUŞUYOR
İstanbul Modern Sinema’nın müzik ve sinemayı bir araya getirdiği film programı yeni seçkiyle önceki gün başladı. 10 filmden oluşan Aç Sesini başlıklı program, müziği merkeze alan belgesel ve kurmaca filmlerle dikkat çekiyor. 1 Haziran’a dek sürecek seçkide, Amerikan indie rock grubu Pavement üzerine çekilen yaratıcı belgesel Pavements, caz piyanisti Keith Jarrett’ın efsanevi The Köln Concert albümünün izini süren Köln 75 ile İstanbul’un kulüp ve dans müziği tarihine ışık tutan Vibe Istanbul yer alıyor.

Doğaçlama müzikle hayal gücü arasındaki bağı keşfe çıkan Sound Dreams of Istanbul ve 1960 yılında Kongo’daki darbeyi caz müziği eşliğinde anlatan, Screen Daily tarafından 2024’ün en iyi filmi seçilen Bir Darbenin Soundtrack’i de programın öne çıkan yapımları arasında bulunuyor. Ayrıca Rock müziğin efsanevi grubu Pink Floyd’un 1971’de seyircisiz olarak Pompeii’nin antik tiyatrosunda verdiği eşsiz performansı Pink Floyd at Pompeii MCMLXXII ismiyle sinemalaştırıldı. The Guardian’ın “Tarih öncesi taş duvarlar arasında yankılanan ses, zamanla bir sanat formuna dönüşüyor” diye tanımladığı filmi özellikle Pink Floyd meraklılarına tavsiye ederim.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu