HÜSEYİN ARSLAN / Türkiye’nin Terörsüz Gelecek İnşası


Bazı toplumsal ve siyasal süreçlerin adı kolayca telaffuz edilir; kamuoyunda sıkça dillendirilir, gazete manşetlerinde yer alır ya da siyasi nutuklarda ifade edilir. Ancak bu süreçlerin sahadaki karşılığı, çoğu zaman derin çalkantılar, hassas dengeler ve ciddi adımlardan oluşmuştur. Çünkü bu tür süreçler toplumsal psikolojinin, kurumsal reflekslerin ve uluslararası konjonktürün iç içe geçtiği çok boyutlu bir yapıya sahiptir. Tam da bu nedenle, süreç boyunca atılan her adım yüksek bir dikkat, büyük bir özen ve güçlü bir siyasi irade gerektirir. Aksi halde süreç, yol kazalarıyla veya organize sabotajlarla kesintiye uğrayabilir. “Terörsüz Türkiye” olarak adlandırılan süreç de işte tam bu tanıma uyan; Türk siyasi tarihinde eşine az rastlanır ölçüde karmaşık, hassas ve tarihi bir nitelik taşıyan girişimlerden biridir.
Bu süreci, zorlu bir patikada yürümeye benzetmek mümkündür. Yol dikenlidir, eğimlidir, zaman zaman görüş mesafesi düşer, zaman zaman yorgunluk baş gösterir. Bu yolda yürümek siyasi aktörlerle birlikte bürokrasinin, güvenlik aygıtlarının, sivil toplumun ve en nihayetinde toplumun tüm kesimlerinin dirayetli duruşunu ve sabırlı tutumunu gerektirir. Süreçte karşılaşılabilecek olası provokasyonlara, süreç karşıtı cephelerin yönelteceği manipülasyonlara ve uluslararası düzeydeki çıkar çevrelerinin müdahale girişimlerine karşı her aşamanın “pür dikkat” yürütülmesi elzemdir.
“Terörsüz Türkiye” sürecinin siyasal alanda resmiyet kazanması, 1 Ekim 2024 tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın TBMM‘nin yeni yasama yılı açılışında yaptığı konuşmayla gerçekleşmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında “Gazi Meclis” vurgusu yaparak birlik, beraberlik ve ortak akıl çağrısı yapması, sürecin kapsamına ve hedeflerine dair önemli bir perspektif sunmuştur. Bu çağrı, yalnızca sembolik bir devlet söylemi olmanın ötesinde hem kamuoyuna hem de siyasi partilere yön veren, kapsayıcı bir yaklaşımın sinyali olarak okunmuştur.
Bu konuşmanın ardından yaşanan en dikkat çekici gelişmelerden biri ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli‘nin, DEM Parti milletvekilleriyle TBMM çatısı altında tokalaşması olmuştur. Siyaset sosyolojisi açısından bu temas, sadece bir nezaket jesti olmanın ötesinde Türkiye’de yeni bir siyasal iklimin doğduğunun ve geçmişte yan yana gelmesi tahayyül bile edilemeyen aktörler arasında asgari müştereklerin oluşabileceğinin güçlü bir sembolüdür. Bu tokalaşmayı izleyen süreçte, Bahçeli’nin 22 Ekim 2024’te partisinin grup toplantısında yaptığı konuşma ise bir eşik anı niteliği taşımıştır. Bahçeli bu konuşmada açıkça, PKK’nın faaliyetlerine son vermesi gerektiğini vurgulamış ve Abdullah Öcalan’a bu konuda “tarihsel bir sorumluluk” düştüğünü ifade etmiştir.
Devlet Bahçeli’nin bu tarihi çağrısının ardından, DEM Parti’den bir heyet, Adalet Bakanlığı’nın izniyle İmralı Cezaevi’nde Abdullah Öcalan’la temas kurmuştur. Bu görüşmelerin sonucunda, 27 Şubat 2025 tarihinde Öcalan, mesajında PKK’ya ve ona bağlı tüm silahlı yapılara örgütsel faaliyetlerine son vermeleri yönünde çağrıda bulunmuştur.
Bu çağrının ardından, 5-7 Mayıs 2025 tarihleri arasında yapılan PKK’nın 12. Kongresi’nde örgütün resmen feshedildiği ilan edilmiştir. Böylece, Türkiye’de yaklaşık yarım asırlık terör döneminin sona ermesi açısından önemli faz geride bırakılmış oldu.
Sürecin her aşamasının belli aralıklarla kamuoyuyla paylaşılması ve adımların aşamalı biçimde ilerlemesi ne denli hassas bir süreçle karşı karşıya olunduğunun açık bir göstergesidir. 11 Temmuz 2025 tarihinde gerçekleştirilen silah bırakma töreni bu anlamda dönüm noktası niteliğindedir. 15’i kadın, 15’i erkek olmak üzere toplam 30 PKK’lı terörist, Irak sınırları içerisinde yer alan Süleymaniye yakınlarındaki Casena Mağarası önünde silahlarını bırakarak kamuoyuna beyanatta bulunmuştur. Törende silahlar yakılmış ve bu kişiler artık silah taşımayacaklarını, herhangi bir silahlı faaliyetin parçası olmayacaklarını açıkça ilan etmişlerdir.
Bu sembolik eylem, sürecin sadece söylem düzeyinde değil, fiili düzeyde de dönüşmeye başladığını ve yeni bir evreye geçildiğini göstermektedir. Artık sürecin temel rotası, silahsızlanma ve siyasal normalleşmenin kalıcı hale gelmesi yönünde ilerlemektedir. Sürecin başarıyla tamamlanması halinde Türkiye’nin iç barışını sağlamakla birlikte bölgesel istikrarın inşasında ve küresel diplomaside daha etkili bir aktör haline geleceği de öngörülmektedir.
Bu nedenle, “Terörsüz Türkiye” sürecinin tamamlanmasını istemeyen çevrelerin varlığı göz ardı edilmemelidir. Kendi iç bütünlüğünü sağlamış, güvenlik risklerini minimize etmiş bir Türkiye’nin Ortadoğu başta olmak üzere çok geniş bir coğrafyada oyun kurucu bir rol üstlenmesi, bazı uluslararası aktörlerin ve bölgesel çıkar gruplarının menfaatlerine ters düşmektedir. Bu aktörler, süreçteki kırılgan anları kullanarak süreci sabote etmeye, toplumu kutuplaştırmaya ve güvenlik aygıtlarını provoke etmeye çalışabilirler. Nihayetinde Terörsüz Türkiye süreci bir yanıyla terörsüz bölge projesi olma potansiyeli taşımaktadır. Bu bölgede kaosun eksik olmasını istemeyen provakatif aktörler için terörsüz bölge kabul edilir bir şey değildir.
Terörsüz Türkiye Sürecinin Ekonomiye Katkısı
Yaklaşık yarım asra yayılan terör dönemi, Türkiye’ye sosyoekonomik yapının tüm dengeleri bakımından da ağır bedeller ödetmiştir. Bu uzun ve yıpratıcı süreçte 50 bini aşkın insan hayatını kaybetmiş, yüz binlerce yurttaş doğrudan ya da dolaylı biçimde bu şiddet sarmalından etkilenmiştir. Ancak bu tablo ülkenin kalkınma rotasını kesintiye uğratan, kaynakların yönünü değiştiren ve sosyal yapının bütünlüğünü zedeleyen bir süreç olmuştur.
Kamu kaynaklarının önemli bir bölümü, eğitimden sağlığa, altyapıdan kalkınma projelerine kadar hayati öneme sahip alanlara ayrılmak yerine, zorunlu olarak güvenlik harcamalarına tahsis edilmiştir. Türkiye’nin ekonomik potansiyelini uzun vadede büyütecek yapısal yatırımlar geri plana atılmış; yerine güvenliğin temini için yüksek maliyetli ama zorunlu tedbirler alınmak durumunda kalınmıştır. Bu durum kalkınmada öncelikli bölgeler olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, sosyal devletin eşitlikçi ve kapsayıcı politikalarının sekteye uğramasına yol açmıştır.
Söz konusu bölgelerde ekonomik kalkınmanın önündeki en büyük yapısal engellerden biri, şüphesiz ki terör tehdidinin varlığıdır. Süreklilik arz eden bu tehdit hem kamu yatırımlarının hem de özel sektör girişimlerinin önünü tıkamış; bölgeye dair geliştirilen teşvik politikalarının kalıcı ve istikrarlı sonuçlar üretmesini engellemiştir. Oysa bu bölgeler, sahip oldukları genç nüfus, verimli tarım alanları, yer altı kaynakları ve doğal güzellikleriyle büyük bir ekonomik potansiyel barındırmaktadır. Ne var ki, silahlı çatışmalar ve güvenlik riski, bu potansiyelin hayata geçirilmesini uzun yıllar boyunca imkânsız kılmıştır.
Sanayi yatırımları ya ertelenmiş ya da risk nedeniyle askıya alınmıştır. Tarımsal kalkınma projeleri, sahada uygulama bulmakta zorlanmıştır. Bölgenin kültürel ve doğal mirası sayesinde gelişebilecek olan turizm sektörü ise sürekli kriz halinde bir güvenlik algısı nedeniyle neredeyse hiç gelişememiştir. Bu durum bugünle birlikte geleceği de ipotek altına alan bir kırılganlık yaratmıştır.
Terörün yol açtığı tahribat, Türkiye’nin demografik yapısını da derinden sarsmıştır. Sürekli tehdit altında yaşayan kırsal nüfus, kitlesel biçimde büyükşehirlere göç etmek zorunda kalmıştır. Bu zorunlu iç göç hem bölgede nüfusun seyrelmesine hem de kırsal yaşamın çözülmesine neden olmuştur. Boşalan köyler, üretim ağlarının, toplumsal dayanışmanın ve geleneksel yaşam biçimlerinin de yitip gitmesine sahne olmuştur.
Kırsal alanda yaşanan bu çözülme, doğrudan tarım ve hayvancılığa yansımıştır. Uzun yıllar bölge halkının temel geçim kaynağı olan bu sektörler, güvenlik gerekçesiyle büyük ölçüde terk edilmek zorunda kalmıştır. Tarım arazileri işlenemez hale gelmiş, meralar kullanılamaz duruma düşmüş, üretim sürekliliği ciddi şekilde sekteye uğramıştır. Bu durum Türkiye’nin tarımsal üretim kapasitesinde ciddi bir daralmaya yol açmıştır.
Bugüne kadar yapılan harcamaların toplamı ise terörün Türkiye’ye nasıl bir maliyet yüklediğini açıkça ortaya koymaktadır. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in kamuoyuyla paylaştığı verilere göre Türkiye’nin doğrudan terörle mücadeleye ayırdığı kaynakların toplamı yaklaşık 1,8 trilyon dolar seviyesine ulaşmıştır. Bu devasa meblağ, Türkiye’nin kaybettiği fırsatların, ertelenmiş yatırımların ve engellenmiş kalkınma hamlelerinin boyutunu gözler önüne sermektedir.
Terör, bir ülkenin sosyoekonomik dinamizmini durduran ve toplumsal dokusunu örseleyen çok yönlü bir sorundur. İşte bu nedenle, “Terörsüz Türkiye” süreci bir güvenlik politikası olmanın yanı sıra Türkiye’nin geleceğini yeniden inşa etme iradesidir. Bu sürecin başarıya ulaşması çatışmasız bir ortamla beraber sosyoekonomik adaletin yeniden tesisini de mümkün kılacaktır.