HİLAL KAPLAN / Gazze’nin Oslo’su


Oslo Anlaşmaları, Filistin mücadelesini müzakere labirentine sokarak zamana yayılmış bir etkisizleştirme stratejisine indirgemişti. Bugün Trump–Netanyahu ekseninden duyurulan “çözüm modeli” ise aynı yöntemi bu kez Gazze üzerinden yeniden üretiyor. Bir nevi “Gazze’nin Oslo’su” dayatılıyor. Çünkü önerilen mimari, tanıdık bir mantığı yeniden işletiyor: Direnişi diplomatik oyalamayla soğurma, coğrafyayı yönetilebilir parçalara bölme, egemenliği sembolik idareye indirgeme ve İsrail güvenliğini mutlaklaştırma.
1993 Oslo sürecinde FKÖ, bağımsız bir Filistin devleti vaadiyle masaya oturdu ancak bunun karşılığında İsrail’i tanımayı, silahlı mücadeleyi terk etmeyi ve Batı Şeria ile Gazze’de kısıtlı özerkliğe razı olmayı kabul etti. Beş yıl içinde Kudüs, mülteciler, sınırlar ve yerleşimler çözülecekti; hiçbirinin gerçekleşmediği ortada. İsrail yerleşimleri genişletti, Batı Şeria’yı A-B-C bölgelerine bölerek egemenlik alanlarını derinleştirdi ve Filistin Yönetimi’ni kendi güvenlik sistematiğinin alt bileşenine dönüştürdü. Netice: Coğrafi parçalanma, kurumsal işlevsizlik ve temsil kabiliyetini yitirmiş bir siyasal yapı.
Hamas’ın silahsızlandırılması, Gazze’nin Mısır’la koordineli bir tampon bölgeye dönüştürülmesi ve sınırların tamamen İsrail kontrolünde tutulması, ne idüğü belirsiz bir geçici teknokrat yönetimi -ki başında da savaş suçlusu Tony Blair‘in adı geçiyor- önerinin omurgasını oluşturuyor. Bağımsız Filistin devleti ihtimali bütünüyle dışlanıyor; Filistinlilere kendini ne yöneten ne de savunabilen bir idari alan sunuluyor.
Özetle devlet yok, dönüş hakkı yok, kendini savunma yok, kendi kaderini tayin hakkı yok, Doğu Kudüs yok; buna karşılık İsrail’e tanınmış tam meşruiyet, bölgesel normalleşme ve sınırsız güvenlik dokunulmazlığı var. 1990’larda FKÖ nasıl uluslararası tanınırlık karşılığında etkisizleştirildiyse, bugün Hamas hiçbir meşruiyet kazanmadan benzer bir işleyişe zorlanıyor. Filistinli mültecilerin akıbeti komşu ülkelere devrediliyor, Gazze’nin geleceği ise siyasal değil ekonomik dengeleyicilerle dizayn ediliyor; yeniden inşa projeleri uluslararası fonlara bağlanarak bir tür diplomatik rüşvet şemsiyesi açılıyor.
Trump ve Netanyahu‘nun söylemlerini ortaklaştıran iki eksen özellikle belirgin: İsrail’in mutlak güvenlik üstünlüğü ve Filistin toplumunun “egemenliksiz yönetişim” modeline mahkûm edilmesi. Yani tasfiye planı diplomasi estetiğiyle paketleniyor. Filistin’in uluslararası görünürlüğü sembolik jestlerle sınırlandırılırken, sahadaki gerçeklik İsrail’in lehine yeniden kodlanıyor.
Naçizane kanaatim, anlaşma hiç pazarlık edilmeden bu hâliyle kabul ettirilirse direniş dağıtılır; devlet kurulması bir yana ancak statü tayin edilir; hak tesis edilmesini bırakın, mutlak tabiyet gerçekleşir.
1993’te Filistin’e kaybettiren Oslo, bugün Gazze üzerinden yeniden sahneye sürülüyor; tek fark, bu kez umut vaadi bile yok. Tek tesellimiz, Gazzeli çocuklara yarın ne yiyecekleri kaygısı duymadan, sadece okul ödevlerini dert edecekleri bir gelecek sunulması ihtimali olabilir. Gerçi bu ihtimal bile çok uzun ömürlü olmayacaktır ama İslam ülkelerinin hâli ortadayken “Bu da az şey değil” diye de düşünülebilir elbette.