HİLAL KAPLAN / Bir imkânsızlık siyaseti olarak ‘iki devletli çözüm’


Birleşmiş Milletler Genel Kurulu‘nda dün gerçekleşen Filistin oturumu, uzun zamandır diplomasi kulislerinde konuşulan “tanıma dalgası”nın resmen ivme kazandığını ortaya koydu. Fransa‘nın, İngiltere‘nin, Kanada‘nın ve Avustralya’nın ardından Portekiz, Malta, Lüksemburg gibi ülkeler de Filistin’i devlet olarak tanıdıklarını ilan etti. Üstelik bu kez açıklamalar, tek tek başkentlerden değil, BM çatısı altındaki büyük bir toplantıdan geldi. Dolayısıyla, Filistin meselesinde yeni bir kırılma eşiğinde olduğumuz söylenebilir.
Toplantıda söz alan liderlerin mesajları çarpıcıydı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, “Bugün Fransa, Filistin devletini tanıyor” diyerek Paris’in uzun süredir ötelediği adımı attı. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, Filistin’in devlet olmasının bir “ödül” değil, “haktır” vurgusuyla İsrail’in itirazlarını boşa çıkaran bir çerçeve çizdi. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail’in yerleşim politikalarını sert biçimde eleştirerek iki devletli çözümün artık ertelenemez olduğunu belirtti. Buna karşılık İsrail Başbakanı Netanyahu, her zamanki üslubuyla “Ürdün Nehri’nin batısında bir Filistin devleti olmayacak” diyerek Batı Şeria’yı da kapsayan kalıcı bir işgal politikasında ısrarcı olduğunu ilan etti.
Bu tablo, aslında gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor: Diplomasi masasında hâlâ “iki devletli çözüm”den bahsediliyor, ama sahada bambaşka bir gerçeklik hüküm sürüyor. Batı Şeria’daki yerleşimlerin hızla genişlemesi, Gazze’nin ağır bombardımanlarla neredeyse yaşanmaz hâle gelmesi, Filistin’in coğrafi bütünlüğünü ve kurumsal ayakta duruşunu imkânsızlaştırıyor. Yani, “iki devletli çözüm” giderek daha çok bir diplomatik hayale dönüşüyor.
Peki buna rağmen neden hâlâ bu çözüm formülü masada tutuluyor? İşte tam da burada Türkiye’nin stratejisi devreye giriyor. Ankara çok iyi biliyor ki bugün sahada bir Filistin devleti kurmak mümkün değil. Ama aynı zamanda bunun imkânsızlığını dile getirmek, İsrail’in “Filistin’i yok sayma” siyasetini fiilen meşrulaştırmak olur. Bu yüzden Türkiye, iki devletli çözüm söylemini ısrarla sürdürüyor. Bu, diplomatik bir zaman kazanma stratejisidir.
Zira İsrail’e kalsa, çözüm diye bir şey yoktur; tek ihtimal Filistin’in silinmesi ve Arapların kalıcı olarak ikincil statüye itilmesidir. ABD Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın açıktan ifade ettiği, “Esas olan hegemonya kurmaktır, Araplar biat nedir bilmez” türünden sözler, Batı’daki sömürgeci zihniyetin hâlâ diri olduğunu gösteriyor. Netanyahu’nun her fırsatta “asla” diye tekrarlaması da bu zihniyetin sahadaki yansımasıdır.
Türkiye ise uzlaşmacı görünüp aslında “zamana oynamaktadır”. Çünkü diplomatik masada “iki devletli çözüm” idealini diri tutmak, bir gün dengeler değiştiğinde Filistin’in devletleşebilmesi için gerekli zemini koruyor.
Dünkü BM toplantısı, bu çifte stratejinin pekiştiği bir andı. Batı’dan gelen tanıma adımları, Türkiye’nin yıllardır savunduğu çizgiyi güçlendirirken, İsrail’in inatçı tutumu da Ankara’ya haklılık kazandırdı. Erdoğan’ın sert çıkışı içeride kamuoyuna güçlü bir mesaj verdi; dışarıda ise Türkiye’yi hâlâ Filistin davasının en görünür savunucularından biri hâline getirdi.
Sonuç olarak: Filistin devletinin sahada doğması bugün için imkânsız görünüyor. Ama diplomasi arenasında bu fikrin yaşatılması, İsrail’in nihai amacına -yani Filistin’i tarihten silme planına- meşruiyet kazandırmamak için hayati önemde. Türkiye’nin “iki devletli çözüm” ısrarı işte bu yüzden, sahadaki gerçeklikten çok daha fazlasını ifade ediyor. Bu, aslında geleceğe oynanan, zamanı satın almaya yönelik bir strateji. Ve bugün BM’de yaşananlar, bu stratejinin şimdilik işe yaradığını gösteriyor.