YAZARLAR

GLORİA SHKURTİ ÖZDEMİR / Türkiye’nin Stratejik Özerklik Ve Nadir Toprak Elementleri Politikası

2010’ların ortasında ABD-Çin ayrışmasının (decoupling) başlamasından bu yana uluslararası siyaset sessiz, ancak derin bir dönüşümden geçmektedir. Ticaret çatışması olarak başlayan süreç, günümüzde veri, yarı iletkenler ve nadir toprak elementlerinin (NTE) küresel gücün yeni sınırlarını belirlediği, tam spektrumlu bir teknoloji rekabetine evrilmiştir. Artık 21. yüzyılın uluslararası düzeni yalnızca askeri ve ekonomik kapasitelere dayanmakla kalmamakta, giderek artan ölçüde teknolojilerin ve bu teknolojileri mümkün kılan hammaddelerin denetimi etrafında şekillenmektedir.

Bu gerçeği en erken fark eden ülkelerin başında Çin gelmektedir. Deng Xiaoping’in 1980’lerde dile getirdiği “Orta Doğu’nun petrolü varsa, Çin’in nadir toprakları vardır” sözü, Pekin’in stratejik vizyonunu net biçimde yansıtmaktadır. O tarihten bu yana Çin, madencilikten rafinasyona, mıknatıs üretiminden tedarik zinciri kontrolüne kadar dikey olarak entegre bir ekosistem inşa etmiştir. Bugün dünya NTE çıkarımının yaklaşık yüzde 70’i ve işleme kapasitesinin neredeyse yüzde 90’ı Çin’in kontrolündedir.

ABD ise nadir toprak elementlerinin stratejik ağırlığını son on yılda, özellikle Donald Trump dönemiyle birlikte daha net biçimde kavramıştır. İhracat bağımlılıkları giderek görünür bir zafiyet haline gelen Vaşington‘un Grönland’la temas kurmasından Ukrayna’yla maden anlaşmaları imzalamaya kadar uzanan yeni odağı, tedarik zincirlerini çeşitlendirme ve Çin’in baskısını azaltma çabalarının bir parçasıdır. Pekin’in NTE ihracatına yönelik kısıtlamaları ile Trump yönetiminin yüzde 100’e varan tarifeleri arasındaki karşılıklı hamleler, bu maddelerin artık basit birer emtia değil, jeopolitik araçlar ve silahlar haline geldiğini açıkça göstermektedir.

Bu gelişmeler arasında Türkiye, kendine özgü bir konumda yükselmektedir. Kendi kendine yeten bir teknoloji gücü olma ve stratejik özerklik hedefi, başta Eskişehir-Beylikova’daki 694 milyon tonluk saha olmak üzere önemli nadir toprak elementleri rezervlerinin keşfiyle örtüşmüştür. Ancak Türkiye’nin yaklaşımı, büyük güç rekabetine özgü ikili ve kutuplaşmış tercihlerden ayrılmaktadır. Ankara, taraf olmaktan ziyade dengeli bir strateji izlemektedir. Hem Doğu hem Batı ile iş birliğini ilerletirken ulusal egemenliği, katma değerli üretimi ve stratejik tedarik zincirlerinde tekelleşmeye karşı direnç oluşturmayı önceliklendirmektedir.

Küresel Nadir Toprak Elementleri Piyasasının Dinamikleri

Küresel nadir toprak elementleri manzarası, derin bir asimetriyle tanımlanmaktadır. ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu’nun verilerine göre Çin, yaklaşık 44 milyon tonluk rezerviyle dünya toplamının yaklaşık yüzde 40’ına sahiptir, Çin’i, Vietnam ve Brezilya izlemektedir. Buna karşılık ABD’nin kontrol ettiği rezerv miktarı yalnızca 1,8 milyon ton olup oldukça sınırlı bir paya tekabül etmektedir. Bu dengesizlik yalnızca madencilik faaliyetleriyle sınırlı değildir. İşleme ve rafinasyon alanlarında da Çin’in belirgin baskınlığı, Pekin’e fiyat belirleme, ihracatı yönlendirme ve diplomatik krizlerde arzı bir baskı unsuruna dönüştürme gücü kazandırmaktadır.

Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri 2010 yılında yaşanmıştır. Pekin yönetimi, Senkaku/Diaoyu Adaları krizi sırasında Japonya’ya yönelik NTE ihracatını geçici olarak durdurmuş, bu hamlenin ardından küresel fiyatlar yüzde 500 oranında artmıştır. Daha yakın dönemde ise Çin, yarı iletken üretiminde kritik öneme sahip galyum ve germanyum ihracatına kısıtlamalar getirerek dünya piyasalarını yeniden sarsmıştır.

ABD ve müttefikleri açısından bu gelişmeler, mevcut tedarik zincirlerinin ne denli kırılgan olduğunu açık biçimde ortaya koymuştur. Söz konusu kısıtlamalar karşısında ABD, teknolojik hegemonyasını kaybetme olasılığıyla yüzleşmektedir. Avrupa da benzer bir açmaz içindedir. Avrupa Birliği, ihtiyaç duyduğu NTE mıknatıslarının yüzde 98’ini Çin’den tedarik etmektedir. Bu tablo, 20. yüzyılın enerji bağımlılığını anımsatan yeni bir jeoekonomik bağımlılık biçiminin oluştuğunu göstermektedir.

Bu bağımlılığa yanıt olarak Vaşington, Kaliforniya’daki Mountain Pass madenini yeniden faaliyete geçirmiş, Avrupa Birliği ve 13 ortak ülke ile birlikte Kritik Mineral Güvenliği Ortaklığı girişimini (Minerals Security Partnership) başlatmıştır. Biden yönetimi döneminde NTE tedarikinin çeşitlendirilmesi, ulusal güvenliğin temel önceliklerinden biri haline gelmiştir. Ancak Çin’in onlarca yıl boyunca inşa ettiği bu entegre ekosistemi kopyalamak, ciddi bir sermaye birikimi, ileri teknoloji yatırımları ve endüstriyel koordinasyon gerektirmektedir.

Türkiye’nin Nadir Toprak Elementleri Alanına Girişi

Bu genel tablo içerisinde Türkiye’nin nadir toprak elementlerine yönelik uyanışı hızlı, ancak bir o kadar da stratejik olmuştur. 2022 yılında keşfedilen Eskişehir–Beylikova sahası, yaklaşık 694 milyon tonluk cevher rezerviyle Çin’in Bayan Obo yatağından sonra dünyanın ikinci en büyük tekil rezervi konumundadır. Bu saha, lantan, seryum, neodimyum ve gadolinyum başta olmak üzere on yedi elementin en az onunu barındırmaktadır ki bu elementler savunma, uzay ve yeşil enerji teknolojileri açısından kritik öneme sahiptir.

Eti Maden tarafından işletilen pilot tesis, halihazırda yılda bin 200 ton üretim kapasitesine sahiptir; hedef ise bu kapasitenin 570 bin tona çıkarılmasıdır. Bu hedefin gerçekleşmesi, Türkiye’yi kısa vadede dünyanın ilk beş üreticisi arasına taşıyabilecek bir potansiyel anlamına gelmektedir. Ancak Türkiye’nin NTE potansiyeli yalnızca Eskişehir ile sınırlı değildir. Yapılan jeolojik çalışmalar, Kırşehir, Malatya, Burdur ve Manisa gibi bölgelerde de farklı bileşimlerde nadir toprak elementlerinin bulunduğunu göstermektedir. Bu yeni sahalar, Türkiye’nin kaynak zenginliğinin sanılandan çok daha geniş bir coğrafyaya yayılabileceğini ortaya koymakta ve dolayısıyla ülkenin stratejik maden piyasasındaki ağırlığını artırma potansiyelini güçlendirmektedir.

Ankara’nın politikası, yalnızca çıkarım aşamasıyla yetinmeyen bütüncül bir vizyona dayanmaktadır. Bu vizyon yerli işleme kapasitesi, teknolojik egemenlik ve ihracat bağımsızlığı ekseninde şekillenmektedir. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar’ın da vurguladığı üzere, Türkiye’nin amacı bu kaynakları yabancı firmalara ham madde olarak satmak değil, “bu zenginliği ulusal bir teknoloji üssüne dönüştürmektir.” Bu yaklaşım, klasik madencilik politikasından yüksek teknoloji odaklı sanayi stratejisine geçişin somut bir göstergesidir. Türkiye, artık yalnızca hammadde sağlayan değil, ileri teknoloji malzemeleri üreten bir aktör olmayı hedeflemektedir.

Ayrıca Beylikova sahasında toryum elementine de rastlanmış olması, geleceğin nükleer yakıtı olarak görülen bu maddenin Türkiye’nin uzun vadeli enerji güvenliği ve temiz enerji bağımsızlığı hedefleriyle doğrudan bağlantılı olduğunu göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin nadir toprak elementleri yatırımları yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik ve teknolojik özerklik stratejisinin temel taşlarından birini oluşturmaktadır.

Jeoekonomik ve Stratejik Denge

Ankara’nın şekillenmekte olan nadir toprak elementleri diplomasisi, dış politikasının daha geniş stratejik çerçevesini yansıtan bir anlayışa dayanmaktadır; çeşitlilik yoluyla stratejik özerklik. Türkiye, uzun süredir savunmadan veriye, madenlerden enerjiye kadar kritik teknolojilerde tekel oluşumlarına direnmektedir. ABD, Avrupa Birliği ve müttefik ülkelerle birlikte yer aldığı Maden Güvenliği Ortaklığı (Minerals Security Partnership), Türkiye’nin ulusal kaynaklar üzerindeki egemenliğinden ödün vermeksizin küresel iş birliği çerçevelerine entegre olma niyetini göstermektedir.

Bu denge siyaseti, Türkiye’nin çok yönlü iş birliği stratejisinde açık biçimde görülmektedir. 2024 yılında Ankara, Çin ile NTE işleme alanında bir mutabakat zaptı imzalamıştır. Ancak Pekin’in çıkarılan cevherin Çin’e taşınmasında ısrar etmesi ve teknoloji transferini reddetmesi üzerine müzakereler tıkanmıştır. Bu gelişme sonucunda Türkiye, yönünü Batı ile işbirliğine çevirmiştir. Basına yansıyan bilgilere göre, Beylikova’da yerli bir rafineri kurulması için ABD ve Kanada merkezli şirketlerle görüşmeler devam etmektedir.

Geçmişteki kaynak imtiyazlarından farklı olarak bu görüşmeler, tıpkı Türkiye’nin savunma sanayisinde benimsediği ortak üretim anlayışına benzer biçimde ortak üretim ve yerel değer zincirlerinin geliştirilmesini önceleyen bir modele dayanmaktadır. Bu dönüşüm, ne Vaşington’la tam bir hizalanma ne de Türkiye’nin nadir toprak kaynakları üzerindeki denetimini başka bir ülkeye devretme anlamına gelmektedir. Böylesine kapsamlı ve stratejik bir sanayi inşa edilirken uluslararası iş birliği hem kaçınılmaz hem de gereklidir, zira hiçbir ülke ileri teknoloji alanlarını tamamen kendi imkânlarıyla geliştiremez. Dolayısıyla Türkiye’nin diğer devletlerle olası iş birlikleri bir jeopolitik taviz olarak değil, ilerleme sürecini hızlandırmaya yönelik pragmatik bir adım olarak okunmalıdır.

Daha geniş bir perspektiften bakıldığında, Türkiye’nin nadir toprak elementleri politikası esnek özerklik ilkesine dayanmaktadır, yani tüm taraflarla ilişki kurarken ulusal denetimi titizlikle korumak. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da yakın zamanda vurguladığı üzere: “Bu projeyi herhangi bir yabancı şirkete devretmemiz söz konusu değildir. Tamamıyla Türkiye’nin kontrolünde yürütülecektir.”

Sonuç itibarıyla bu strateji, ulusal çıkarın birçok katmanına hizmet etmektedir. Savunma ve enerji alanlarında dışa bağımlılığı azaltarak teknolojik bağımsızlık sağlamayı, yerli rafinasyon ve mıknatıs üretimiyle ekonomik katma değer üretmeyi ve Türkiye’nin jeopolitik etki alanını Avrasya ve Afrika’da stratejik bir kaldıraç olarak güçlendirmeyi hedeflemektedir. Bu tür stratejik mineraller üzerindeki denetim, Ankara’ya uluslararası teknopolar düzende, yani gücün artık toprak genişlemesinden değil, teknolojik kapasite ve maddi özerklikten kaynaklandığı bir dünyada, yeni bir jeostratejik kaldıraç kazandırmaktadır. Nasıl ki petrol 20. yüzyılın jeopolitiğini şekillendirmişse, nadir toprak elementleri de 21. yüzyılın güç mimarisini belirleyecektir. Türkiye açısından Beylikova’daki keşif yalnızca bir madencilik başarısı değil; aynı zamanda ülkenin jeolojik zenginliğini teknolojik egemenliğe ve küresel etki kapasitesine dönüştürme yeteneğini sınayan stratejik bir eşik niteliğindedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu