YAZARLAR

ESRA EZMECİ / Kurtarıcı bekleme! Sen zaten ‘tamam’sın

Romantik ilişkiler sizi kurtarmaz, tamamlamaz. Sadece içsel yolculuğumuzda birer eşlikçidir. Tam olmak sizin görevinizdir. Gerçek iyileşme, başkasının sevgisinde değil, kendi şefkatimizde başlar

Size tanıdık gelecek birkaç cümle sayacağım. “Beni tamamlayan o eksik parçayı bulmak istiyorum”, “O olmadan ben bir hiçim”, “Hayatımda biri olunca ancak tam oluyorum.” Bu cümleleri kaç kere duydunuz? Belki siz de söylediniz. Ben, yıllardır dinliyorum. Kimimiz yalnızlıktan korktuğu için, kimimiz kırık dökük bir özsaygının üstünü örtmek için, kimimiz sadece çocukluk yaralarımızı unutabilmek uğruna bir başkasını hayatımıza alıyoruz. Peki, başkalarına sarılarak içimizdeki boşluk doluyor mu? Yoksa o boşluk, gittikçe derinleşip bizi yutmaya mı başlıyor?
Doğduğumuz andan itibaren bir aidiyet arıyoruz. Bebekken anne kucağında buluyoruz sıcaklığı. Sonra büyüdükçe başka kucaklara, başka omuzlara ihtiyaç duyuyoruz. Birileri bizi görsün, sevsin, onaylasın istiyoruz. Bunun adı insan olmaktır, doğal bir ihtiyaçtır. Ama bir noktada, işin rengi değişiyor. Artık sağlıklı bir bağ kurmak değil, başkasının varlığıyla kendimizi var etmek derdine düşüyoruz. “Ben onsuz yapamam” diyenin dramı da burada başlıyor. Çünkü başkasına tutunarak kendi içimizdeki eksikliği geçici bir süreliğine susturabiliyoruz. Oysa o eksiklik, kapının arkasında nöbet bekleyen bir canavar gibi duruyor. En ufak bir kriz çıktığında, terk edilme korkusu kabardığında, o canavar yine kafasını uzatıyor.
Bir düşünün: İçinizde koca bir boşluk hissi var. Sanki hiçbir yere, hiç kimseye tam olarak ait değilsiniz. O boşluğu kapatmak için sevgili yapıyorsunuz. Karşınızdakini idealize ediyorsunuz: “O geldi, her şey düzeldi.” Sonra aranızda bir tartışma oluyor. Bir bakıyorsunuz ki o insan da sizi tam yapamıyor. O zaman ya ona saldırıyorsunuz ya da başka bir eksik parça aramaya başlıyorsunuz. Kısır döngü böyle başlıyor.

Terk edilme korkusu ve değer görme açlığı
Birçok insanın ilişkilerinin temeline baktığımda şunu görüyorum: Aslında o ilişkiler sevgi ilişkisi değil, ‘değerli hissetme çabası’ ilişkisi. Çocukken anne babamız bizi yeterince sevmemiş, ilgilenmemiş olabilir. Belki hep “Başarılı olursan seni severim” mesajı aldık. Belki bizi hep kardeşimizle kıyasladılar. O zaman zihnimizde şu kayıt oluşuyor:
“Ben böyle olduğum halimle yeterli değilim. Ancak birileri beni beğenirse değerliyim.”
Sonra yetişkin oluyoruz, bir başkası bizi seçsin, onaylasın diye kendimizi parçalıyoruz. Sırf bir mesajı geç attı diye kalbimiz daralıyor. Çünkü onun ilgisi bizim can suyumuz oluyor. Aslında burada karşımızdakine verdiğimiz rol şu: “Sen beni tamamlayacaksın. Beni yokluktan kurtaracaksın.”
Oysa kimse kimseyi yokluktan kurtaramaz. Bir başkası gelip sizin içinizdeki boşluğu dolduramaz. O boşluk, sizin kendi emeğinizle yüzleşmeniz gereken bir alandır. Toplum olarak romantizmi öyle abarttık ki… Filmlerde, dizilerde, şarkılarda hep aynı hikâye var: “Bir gün biri gelecek ve hayatın anlamı olacak.”
Sanıyoruz ki o kişi gelince içimizdeki huzursuzluk bitecek, özgüvenimiz tavan yapacak, tüm yaralarımız kapanacak.
Birçok danışanım ilişkilerinde tam da bu yüzden hayal kırıklığı yaşıyor. Çünkü gerçek hayatta kimse mükemmel değil. Ne kadar uyumlu olursanız olun, partnerinizin de eksikleri, korkuları, defoları var. İdeal sevgili beklentisiyle başladığınız ilişki, bir süre sonra “sen de mi?” diye hayal kırıklığına dönüyor. O yüzden şunu kabul etmek gerekiyor: Romantik ilişki sizi tamamlamaz. Tam olmak sizin görevinizdir.
Peki neden bir süreliğine o boşluk kapanmış gibi hissediyoruz? Çünkü dopamin diye bir hormon var. Yeni bir aşka başladığınızda beyniniz ödül sistemini çalıştırır. Karşınızdaki kişiyi her gördüğünüzde kalbiniz hızlanır, midenizde kelebekler uçar. Beyniniz, “Evet işte bu kişi senin kurtarıcın!” diye sinyal gönderir. Bu sahte bir tamlık hissidir. Dopamin bir süre sonra düşer. O zaman gerçek yüzleşme başlar: “Ben yine yalnız hissediyorum.”

Kendimizi neden hep yarım hissederiz?
Biraz köklerimize dönelim. Çocuklukta bakım verenimizden gördüğümüz ilgisizlik, reddedilme, eleştirilme gibi deneyimler ruhumuzda “Ben eksik biriyim” duygusunu yaratır. Sonra da yetişkin olunca bu eksikliği başkalarının onayıyla tamamlama çabasına gireriz. Eğer anne- babanız size “Sen olduğun halinle değerlisin” demediyse, muhtemelen başkalarından bunu duymak için didinirsiniz. Karşınızdaki sizi sevince “Artık tam oldum” sanırsınız. Ama o sevgiye en ufak bir gölge düşünce, eski yara yeniden kanar. Bir başkasının sevgisine yaslanmak bir süre rahatlatır, ama içsel özgüveni asla yaratmaz.

Sağlıklı bir ilişkinin temeli: İki tam insan
Bir ilişkiyi sağlıklı yapan şey şudur: İki insan, kendi yaralarıyla yüzleşmiş, kendini az çok tamamlamış ve birbirini tamamlamak için değil, paylaşmak için bir araya gelir. Orada bağımlılık yoktur. Orada kurtarıcılık yoktur. Orada “Sen olmazsan ben bir hiçim” yoktur. Birbirini tamamlamaya çalışan iki yarım insan, aslında birbirinin yükünü taşır. O yüzden de ilişki, bir süre sonra boğucu hale gelir. Çünkü kimse kimsenin ebeveyni, terapisti, kurtarıcısı olamaz.

Bir ilişkiye başlamadan önce…
Onu neden istiyorum?
O olmazsa ben ne hissederim?
Hayatımda boşluk hissi mi var, yoksa sadece paylaşmak mı istiyorum? * Bu sorulara dürüst cevap verebilirseniz, başkalarından medet ummayı bırakıp kendi merkezinizde kalmayı öğrenirsiniz.

İnsanlar ikiye ayrılır
KAÇANLAR: “Demek ki bu ilişki de doğru kişi değil, başka biri lazım” deyip yeni bir arayışa başlar.
KALANLAR: “Bu boşluğu beraberce mi doldururuz?” diye düşünür ama çoğu zaman birlikte de dolduramazlar. İşte bu yüzden tekrar hatırlatmak istiyorum: İçsel boşluğu önce kendi emeğinizle yüzleşerek, içinizdeki değersizlik hissini kabullenerek ve dönüştürerek iyileştirebilirsiniz. İnsan kendine dönüp bakmaktan korkar. Çünkü o boşlukta yalnızlık var, reddedilme korkusu var, değersizlik var. Bu yüzden çoğu insan sürekli başkalarıyla meşgul olur: Yeni arkadaşlar, yeni sevgililer, yeni sosyal ortamlar…

Size tanıdık gelecek birkaç cümle
Tam olmak; mükemmel olmak değildir. Tam olmak, eksik parçalarınızı kabul etmektir.
“Ben bazen yalnız hissederim.” “Ben bazen yeterince iyi olmadığımı düşünürüm.”
“Ben bazen sevilmeye layık olmadığımı zannederim.” Ama bu hislerinizle yüzleştiğinizde, onlara sahip çıktığınızda, bir başkasına onları iyileştirme sorumluluğunu yüklemediğinizde işte o zaman tam olursunuz. O zaman ilişkiye şöyle girersiniz:
“Ben tamamım. Sen de tam olduğun kadar buradasın. Birbirimizin boşluklarını değil, varlığını paylaşmak istiyoruz.”
Şu an içinizden “Ama bu kadar kolay değil ki!” diyebilirsiniz. Haklısınız. Kolay değil. İnsan hep daha kolay bir yol arıyor. Hep bir kurtarıcı bekliyoruz. Hani filmlerde olur ya, başrol oyuncusu zor zamanlarında gelir, kahraman onu kucağına alır ve her şey çözülür. O masala çok inandık. Ama gerçek şu: Sizi kucağına alacak kimse yok. O boşluk sizin sorumluluğunuz. Orayı sevmek, orayla barışmak, oraya şefkat göstermek sizin göreviniz.

İç boşluğunuza şefkatle bakın
Bu yazıyı bitirirken, hepimize şu dileği bırakmak istiyorum. Başkalarına tutunarak, onları hayatınızın kurtarıcısı ilan ederek yaşamak çok yorucu. İçinizdeki boşluk, bir düşman değil. O boşluk; görülmek, anlaşılmak, sevilmek isteyen küçük bir çocuğunuz aslında. O çocuğu elinizin tersiyle itmeyi bırakın. Onunla oturun, konuşun, dinleyin. Korkmayın. Yalnız kaldığınızda nefesinizin sesini duyun, kalbinizin atışını hissedin. Çünkü siz başkasıyla tamamlanmak zorunda değilsiniz. Siz zaten olduğunuz halinizle değerlisiniz. Bir gün biri gelir. Sizi tamamlamak için değil, sizinle yürümek için gelir. İşte o zaman ilişkiniz de siz de özgürleşirsiniz. Belki de en çok ihtiyacımız olan şey, eksikliğimizi başkalarının varlığıyla değil, kendi sevgimizle onarmayı öğrenmek…

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu