YAZARLAR

CEM SANCAR / Yunus durur yanımızda

Eşek kulağını sat, git başka kulak satın al, zira mânâ sözünü eşek kulağı anlayamaz…

Diyor Mevlânâ mesnevisinde.

Eşek kulağından kasıt, insanda ve hayvanda bulunan dış (zahiri) işitme organıdır. Sen zahiri kulağı bırak da bâtınındaki “can kulağını” aç, çünkü zahir kulak bu ince mânâları anlayamaz.

Duymak ile sözün özüne dalmak aynı şey değildir çünkü…

***

Israrlı define arayıcıları daima dikkatimizi çeker. Definecilerden maksadımız: “Hakikat nedir?” sorusunu soruşturarak, eline hem mikroskobu hem teleskobu alarak…

İç dünyasını ve de dış dünyayı tahkik ederek, tahkikatta bulunarak, bir dedektif gibi iz sürerek, dinleri ve felsefeleri, giderek erdemi, fazileti didik didik ederek…

Büyük bilgelerin hikmetinde, bilgisinde, ilham aldıkları kutsal sözde (kelâm) kendini kaybedip tekrar bularak, yaratılışın esrarına vâkıf olup hakikat denen definenin hem kazarak hem de yükselip uçarak ama en çok kendini bilerek bulunacağını bilen “hakikat avcıları” olduğu açıktır…

***

İnsanlık Medeniyetinin son zirvesinden, İslam irfanından yola çıkan bizim define arayıcılarımız tekâmüllerinin bir noktasında dillerini değiştirmişler, şiir gibi konuşmuşlardır. Tamamlanmalarının rozeti dillerinin ulvi bir estetikle ballanması olmuştur.

Biz onlara Sufi diyoruz. Hepsi tasavvuf denen deryanın incileridir, o sütten emmişler de ondan öyle diyoruz…

Güzel zamanlarda ârifler denen bir zümre tarafından geliştirilen Tasavvufi İslam‘dır bu ve astık-kestik yıllarında hırpalansa da bu anlayış köylü şehirli, zengin fakir, âlim cahil, Sünni Alevi sosyalliklerin buluşma noktası, tutkalı olmuştur.

Can Yücel‘in babası Hasan Ali Yücel, tasavvufun divan edebiyatımızın kök felsefesi olduğunu söyler, söylemiştir…

***

“Men aref sırrındaki maden senin kanındadır,” derken Niyazi Mısri, “kendini bilenden” yani insanıkâmil’den bahsetmiştir. Sadece bu mertebeye varanlar kendi özlerini elde edebilirler, tecelliyi fark ederler…. demek istemiştir…

Voltaire‘in “Müslümanlardan nihayet bir düşünür çıktı, onu da kendilerinden saymıyorlar” dediği İbn Arabî Anadolu‘ya geldiğinde, öncesi gizleyerek ifade ettiği bazı kavramları bu kez açık seçik yazmasına bakarsak o dönem Anadolu’nun idrak seviyesinin nerelerde olduğunu daha iyi anlarız. Öyle ki Sultan, düşünüre şehrin en güzel mâlikânesini hediye etmiştir.

Fuat Köprülü’nün fikri de böyledir: “Anadolu, vahdeti vücud felsefesiyle dolmuştu. İbn Arabi felsefesi bu anlamda edebiyatımızı da etkiledi.”

Filibeli Ahmed Hilmi’nin Âmâk-ı Hâyal’i bu değilse nedir?

Niyazi Mısri yine burada devreye girer:

“Rumuz‐u Enbiyâ‐yı vâkıf esrâr olandan sor / Enel Hakk sırrını candan geçüp berdar olandan sor.

Yürü var ehli tecridi alâyık ehline sorma / Anı cân u cihânı terk edüp deyyâr olandan sor.”

Kutsal söz açıklayıcı ve ön açıcı olarak gönderilmiştir. Oysa şuur kökünden gelen şiir, beyan (açık) etmenin muhalifidir der Arabî. Şiir bu durumda sözü kısa tutma, rumuz kullanma, bilmece yapma, başka anlamlara çağrışım sanatıdır.

Şiirle hikmeti söyleme bahsine geldiğimizde kapıyı “Aşk” çalar, aşk üstüne konuşulur. Arabî (Anadolu seslenişiyle Muhiddin Baba) şöyle der:

“Âşık olunan şey farklıdır. Çünkü onlar varoluşa âşıklar, biz öze (ayn) aşığız. Fakat aşk olayının sebepleri şartları gereklilikleri aynıdır. Bu açıdan o âşıklar bizim için birer modeldir.”

“Ne geldiyse dilime hepsinde O’nu söyledim, O’nu…”

***

Bir keresinde İsmail Hakkı Bursevi, kabrini ziyaret ederken Aziz Mahmud Hüdai’ni ruhaniyetinin ona şöyle fısıldadığını anlatır:

“Sırrıma sırrın ulaştı, sırrımı sende gözet / Her ne kim sende kemâl oldu, ânı bende gözet.”

Burada bir “vârid” olma durumu vardır. Ulaşan, erişen, akla gelen anlamlarına gelir. İnsan irade etmeden ve katkısı olmadan kalbe düşen mânâdır sözü edilen. Bizim ilham dediğimiz de biraz odur, ulvi bir sağanak yağmurudur.

Onların sözlerinde işte o coşkunun (vecd) şakırtıları duyulur. İnsanın içini ferahlatan odur…

***

Mevlâna’da da durum böyledir. Onun amacı İlahi Sevgiliye nağme yakmak, bu sayede kendini ve çevresini dönüştürmektir.

“Ben kafiye düşünüyorum oysa Sevgilim bana / ‘Vechimden başka bir şey düşünme’ diyor

Diyor ki: Ey benim kafiye düşünenim rahat ol / Benim yanımda en güzel kafiye sensin…”

***

Yunus‘a gelince o, “Mevlâna Hüdavendigar bize nazar kıldı / Onun görklü nazarıdır gönlümüzün aynası” der. Fakat Mustafa Tahralı’ya göre Yunus, Türkçe’ de bu kavramları ilk defa “üryan” edendir.

“Söz karadan aktan değil, yazıp okumaktan değil / Bu yürüyen halktan değil, Hâlik avazından gelir.”

Yunus sözünün kendisinden değil, Yaratıcının nidâsından geldiğini söylerken şiirine nefes der. Tasavvuftaki “nefes-i Rahmani” kavramına gönderme yapar. Nefes, dölleyici kelamdır. Ölüyü diriltir, insanı doruğa oturtur.

Ondandır içimizde hep bir Yunus durur, bazen ismi başka olur…

Meraklısına:

“Sufi ve Şiir-M. Erol Kılıç” kitabından ilhamla yazıldı.

*Alâyık: faso fiso işler.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu