YAZARLAR

CEM SANCAR / Okunmuş pirinçlerle

Okunmuş pirinçleri yutarak gittim her okula. Üniversite sınavında vızıldayınca kurşunlar kulağımda, boğazıma dizildi pirinçler ama takmadım fazla. Bir miktar gastrit haddizâtında. Her sınavdan geçtim sağ olsun Geylânî, hamdolsun Fatiha
Sonradan dank etti fakat kafama, hiçbir önemi yokmuş üniversite sınavlarının. Esas sınav hayatla.
Esas sınav hayatla. Ne yaptın ne ettin, maksadın ne? Nasıl bir ülkede yaşıyorsun, neler eksik neler fazla? Kimsin sen? Niçin etrafta insan kılığında maymunlar geziyor? Niçin kimse görmüyor? Deli misin yoksa?
Tövbe estağfurullah…
Kutsal nedir, ya okullarda seni izleyen büstler? Her Cumhuriyet Bayramı‘nda çıktım salya sümük ciğerdelen şiirler okudum. Çünkü tuvaletleri taşan bütün okulların birincisiydim. Hüngür hüngür ağlıyordum okurken, öğretmenler acıyordu halime. Aslında kendi yalnızlığıma ağlıyormuşum o şiirlerde, bugün düşünüyorum da. Sordum ama kendime, nedir cumhuriyet, Osmanlı ne demek. Beni ağlatan bu çocuksu coşkunun ardındaki asıl söz kimin? İçimde “Bu sen değilsin!” diyen o itirazcı…
Kim-kim-kim?
Daima o sıkıntı, o daralma. Yok mu yerim buralarda?

***

Sigara dumanlı halkevlerinin, kalın kaşlı cami yaptırma derneklerinin önünden geçtim, top oynadım kolum kırıldı, Osmanlıyım dedim de varoş güldü bana. Anadolu İrfanı lafını da yerli yersiz kullanma!
Maksim Gorki‘nin bir tiyatrosunda sevdiğim kızla yakınlaşmak için sahneye bile çıktım ama hiç sevmedim sahneyi. Bilmiyorum (en iyisini psikiyatrlar bilir) zinhar çekmedi beni kamera önünde artisti oynamak.

Kelimelere aşıktım hep. Düş kurmaya, şairlere, filozoflara, romancılara. Ha bir de sinema yönetmenlerine.
Zaten üniversite yıllarında çağın filozofları yönetmenlerdir abicim, diyerekten hayatım söndü Yeşilçam dangalaklıklarında.
Dangalaklık dediğime bakmayın çok şey öğrendim o izbe sokaklarda. Setlerde çalıştım epey bir ara. Senaryolar, oyunlar yazdım. Ya çalındı ya da eksik kaldı telaşlı yıllarda. Çoğu da kayboldu zaten canı burnunda maceraların orman yangınlarında.
Gelişine yaşadım, evsiz kaldım, orda burda kaldım, sırt çantası mülküm oldu. Kaplumbağanın kıymetini işte o vakit anladım…
Kimsesiz, uykusuz kaldım, tütün tabakam kayboldu alacakaranlıklarda.
Ezilmeyi gördüm, hor görülmek nedir bildim. Ama yalan yok, bir HİÇ olmanın iğde kokulu özgür rüzgarları da esti bakımsız saçlarımda. Esti de hased denen şeyle; en alttakilerin o ezik, o ayak kokulu kininle en dipte, bizzat tanıştım. Derviş ile dolandırıcı kördüğümdü sokakta, gördüm…
Kadınlar ve aşk sandığım şeyler de geldi başıma. Üstüne basılarak yaşamak ordinaryüs profesörlük mazbatası, çelikten bir metânet oldu desem inanın bana.
Okunmuş pirinçleri kaybettiğim zamanlar mıydı, yoksa kalubelâda bu mu verilmişti zâtıma? Yolumun ta kendisi miydi yani beni savuran, bilmiyorum. Boynumdan kopup kaybolan o muska mı yoksa:
“Ya vedud ender maksut, mâbudum sensin sen ver muradımı…”
Biliyorum yakında gelecek o muska bana. Bütün o geçen yılların hazmedilmiş ve hamdedilmiş rahmeti adına…

***

Her şey aslına rücu eder. Nesne yerini bulduğunda sükuna erer. İnsanın sükunu kendini bilmesinden geçer. İnsan “unuttu” demek. İlâhî kökünü unutur. Mevlâna’nın dediği gibi “inleyip” durmamız ondan. Bazıları “ölmeden ölmeye” o sebeple çalışır. Hatırlamak ve ayılmak için…
Fakat insan bu çağda “Arızadadır” harbiden. Asr Suresi bunu söyler.
Arızayı din edinenlere bak, nedir o mendebur yüzler?
Bir de Allah çeşitliliği seviyor, onu anladım ta yolun en başında.
Yemek çeşitliliği ne güzeldir mesela bu topraklarda. Kürt böreğini de severiz, Ermeni topik’ini de. Laz pidesine, Balkan mantısına, Arnavut ciğerine muttali olmayana yer yoktur yanımızda. Arap Falafel de girmiştir mutfağımızın vejetaryen koridorlarına. İstanbul Rumlarının lâkerdası da damak çatlatır hani. Girit zeytinyağlılarıyla 100 yaşını devirirsin inşallah.
Irkçılık gerçekten tatsızlık. Ağız tadı yoktur onlarda…

***

Aminoasittir diyorlar ruhun. Ruh beynin bir fonksiyonu demişti psikolojiye başladığımda hoca. Hüzünlü bir final buldu ne yazık ki onu yolun sonunda…
Aklınızı kullanmaz mısınızı, beyninizi kullanmaz mısınıza indirgemişler, beş duyuyla bakmışlar Kur’an’a. Kalp gözü zaten yok onlarda. Gündelik akılla işte buraya kadar. Her lafı tekdüze, gündelik anladığı için sanırım insanoğlu, “Şüphesiz bunda kalp sahibi olanlar…. için bir öğüt vardır. (Kaf 50/37)” demiş kurban olduğum.
Akıl dememiş, “kalp” demiş…

***

Hayatımız plato. Önde bir görüntü, arkada boşluklar. Zâhirinde: şekil önümden çekil, bâtınında çöl. Merasimi din eyleyenler demişler ya, o hesap. İçi olmayan dışlar. Sâde kabuk. Bâtın olmadan, öz olmadan olur mu zâhir?
Kendinden hesapla, istediğin kadar şıkıdım maskelerle yaşa, için kurtluysa, falsoyu verirsin maazallah.
O değil de kulağınız çınlıyor mu sizin de arada? Uzak galaksileri delip geçen bir sözdür belki o.
Cenabı Allah’ın Vedud ismi, “Büyük Aşk” demek miydi yoksa?

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu