CEM SANCAR / Haddizâtında Redhouse

Bu ülke yollar, köprüler, uçaklar, arabalar, Marmaraylar yaptı da bir türlü demokratik bir kültür yapamadı. Bilgeliğin, inceliğin, nezâketin sırmalarıyla bütünlenmiş kültürlü bir insan tipi inşa edilemedi…
***
Osmanlıya bakıyoruz, İstanbul, âlim beyefendilerin şiirli hanımefendilerin şehri. Cumhuriyetin despot, yoksul yıllarına bakıyoruz, dilde, edebiyatta bir letafet yine de sürmekte.
Neden?
Çünkü Osmanlının şehir kültürü Cumhuriyette sürüyor da ondan. İnanmazsanız o dönem yazarlarına bakın. Bugün bir paragraflarını yazmak mecal ister. Evet Cumhuriyet aydınları zapturapt dolayısıyla biraz kekremsidir ama bu; eserlerindeki medenî lezzeti görmezden gelmemizi perdelemez.
O dönemin köşe yazarlarında da edebi bir üslup kaygısı görülür. Çoğu aydın (mesela Tanpınar) darbe esnasında darbeci yazı yazmış olsalar da bu yazılar her zamanki üsluplarının lezzetini taşımaz. Anlarız ki zoraki yazılmışlardır…
Ya da bu geçmişi reddetmeyen, bir medeniyet telakkisi olan edipler sanki bilerek bu siyasi yazıları çor çombalak yazmışlardır. Şöyle de düşünebilir; otoriter iklim altında yaşayan aydınlar bir şekilde otoriteye yaranmak zorundadırlar. Tıpkı Jorge Luis Borges gibi. Tıpkı edebiyatla ilgilenen herkesi, hepimizi etkileyen âmâ ve de velut filozof-edebiyatçının Arjantin Cuntasına açıkça yaltaklanması gibi.
Borges sâde bu kadarla kalmadı, İspanya iç savaşında faşistlerce kaçırılıp öldürülen şair Garcia Lorca için karalamalar da yazdı. Hatta kendi ülkesi Arjantin’de Batılı sömürgecilerce bîtap düşürülen yerli halk için, “Barbarlar” dedi. “Avrupa geleneğine geri dönmek zorundayız” da diyebildi.
Hayatta oluyor illâki böyle şeyler, onu diyorum…
***
Mevzumuza dönersek. Bugün genel olarak kültür endüstrisinde gözlemlediğimiz kum fırtınasının medeniyetimizden gelen derin düşünceyi, görgüyü ve aslen dilimizi unutmamızdan kaynaklandığını söylemeliyiz.
Kelimelere sahip olmayan kafa, düz işliyor. Makro siyasette nakaratlarla kapışıyor, mikro alanlarda ya lâtan küfre ya da asık suratlı, didaktik bir can sıkıcılığa sığınıyor.
Nasıl olmasın? Düşünce anca kelime zengini kültürlerde hayatın kılcal damarlarına inip oradan ak-kara değil, ‘çokrenkli’ bir okuma yapabiliyor. Çokrenkli okuma, hisleri ve olan biteni beş boyutlu okumanın araçlarını veriyor bize. Derin felsefi analizler, bir derdi olan edebiyat, kaliteli sanat, özgün mimari böyle ortaya çıkıyor.
Ödünç alınmış özenti kavramlarla ilim irfan olmuyor…
***
İşte bunun için her milletin kelimelere ihtiyacı var. Sözlük zenginliği bir medeniyet belirtisi…
Siyasi kutuplaşmanın yancıları bir kenara, kültür sektöründeki papağanları da görüyoruz. Birileri çaya çorbaya “kadim” deyince, diğerleri akla “us” ruha “tin” deyince aliyyülâlâ sanılıyor.
***
Gelgelelim James Redhouse enteresan bir eleman. 1856’da Türkçe-İngilizce lügatini yayınlıyor. Meşhur Redhouse sözlüğünü. 90 bin kelime yazmış, 100 bine tamamlamak istemiş.
1826’da Londra’da disiplinsizlik sebebiyle okuldan şutlanınca bir gemiye atlamış İstanbul’a gelmiş. İstanbul’da Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun’da (Deniz Mühendishanesi) teknik ressam olarak çalışmış. Payitahtta kaldığı sürede Türkçe, Arapça, Farsça öğrenmiş…
O zamanlar öyleymiş, bugünün tam tersiymiş, yüksek kafalı insanlar Avrupa’dan kaçıp bize sığınırlarmış. Osmanlının resmi tarihte uydurulan duraklama-gerileme dönemleri falan fasarya. Osmanlı son yıllarına kadar dünya entelektüelleri için hep bir cazibe merkezi olmuş…
Türk dilini en iyi bilen yabancı olarak adlandırılan Redhouse, 1838’de sadrazam mütercimi. 1840’tan sonra Hariciye Nezareti tercümanı olarak bütün dış temasların çevirisini yürütmüş.
Öyle bir adam…
Sözlüğünün önsözünde “dünyada iki büyük dil var” diyor. “İngilizce ve Türkçe. Ben bunları birbirine dönüştüren bir lügat yazdım…”
Lügatte Osmanlı Türkçesinin her kelimesinin başına Arapçadan geliyorsa A Farsçadan geliyorsa F Türkçe ise T harfleri yazılmış.
Şimdi sıkı durun esas bomba burada! İlk Cumhuriyetin abuk sabuk bir saplantıyla özleştirme çabası sonucu biz bu sözlükteki Türkçe kelimeleri de bilmiyoruz. Başka kökenlerden gelen kelimeleri atarken Türkçeleri de atmışız!
Bir dil, 14 milyon metrekarelik etnik bir şenlikte, bin bir yıllık bir geçmişte nasıl olur da yabancı kökenli diye kelime atar? Böyle yapmayan İngilizce bir dünya dili olarak tam da bu nedenle bugün 1 Milyon kelimeyle konuşuyor…
***
Biz okur-yazarlar şu an bu 100 bin kelimenin çoğunu anlamıyoruz. Eğer anlasak Şeyh Galip’in Hüsnü Aşk’ını okumak için tercüman tutmayız.
Hatta şöyle diyelim:
Ayna ayna söyle bana, 40 yıl önce, 100 yıl önce yazılmış eserlerini okumaktan aciz bir başka millet var mı şu dünyada?
Fakat verilecek cevabı biliyorsak, (genelde yaptığımız gibi) aynayı kırmak da var tabii sırada…