CEM SANCAR / Gölgeler arasında

“Bizim bedenlerimiz birer evdir. Ruhlarımız o evlerde birer konuk. Ey Allah’ım, biz yokuz; bedenlerimiz de canlarımız da Sen’in gölgenden ibarettir! Aslında tenlerimiz de misafir olan canlarımızın canı da Sen’sin…”
Divanı Kebir‘de Mevlânâ böyle demiş. Beden bir evdir, ruh ise o eve geçici olarak uğramış bir misafir. Ev bu dünyaya aittir. Fakat ruh bu dünyada geçicidir, ölümden sonra esas mekânına geçecektir. Beden görevini yerine getirdikten sonra, vâdesi geldiğinde toprak olacaktır.
Mevlânâ’nın bu benzetmesi (teşbih) üstünde düşünülesi. Ev dünyevidir (seküler) ve toprağın üzerindedir. Beden de ev gibi toprağa karışacaktır. Ruh ise yükselir. Ölüm onu Allah’a yaklaştırır. Fakat öyledir ki beden de ruh da can da aslında yoktur. Tek hakikat Allah’tır. O’nun dışındaki her şey birer gölgedir…
“Gölgeleri ancak güneş giderebilir. O bir gölgeyi uzatır, kısaltır. Sen gölge ile oynamak hünerini güneşte ara!
İki bin yıl gölgenin peşinden koşsan, sonunda geride kaldığını görürsün. Sen yine geridesin, gölge ileridedir.”
Bu beyit Furkân Suresinin 45. ayetini akla getirir. “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu sabit kılardı. Sonra biz güneşi gölgeye delil kıldık.”
***
Ruh ışıldayan bir nur, beden (madde) ise zifirî karanlıktır. Işıkla karanlık birbirine karışınca, ışıkta bulunan sır sergilenir, renkler ortaya çıkar.
Muhiddin İbn Arabî üstüne düşünen William Chittick‘e göre, tasavvuf anlayışında renkler, ışığın ve karanlığın birleşmesiyle oluşmuştur. Renkler, insanların âlemi algılayabilmesi için ortaya çıkar ve gölgeler gibi onlar da hakikat değildir. Âlemde görünür olan her şey, tüm renkler aldatıcıdır. Âlem rengarenk görünse de aslında tek bir ışık vardır…
Mevlânâ’ya bakarsak; sadece bedeni değil, ruhtaki farklılık ve güzellikleri anlamaya çalışmalıdır. Çünkü beden, ruhu bir süreliğine taşıyan ölümlü bir araçtır. Önemli olan ruhtur, candır. Bu hem “gölge varlığın” geçiciliğini hem de hakikat olmayışını ifade eder.
“Ben, görünüşte insanım fakat, sakın ha sakın benim bu bedenime, bu gölge varlığıma bakarak yanılma! Çünkü bu gölge varlığın ötesinde bulunan ruh, çok güzeldir, çok latiftir…”
***
Çoğumuz bu gölgeler âleminde bir gölge varlık olarak, diğer gölgelerin peşinde, kendi gölgemizi sırtımızda taşıyarak palas pandıras yaşarız. Bazı insanlar ise tam tersine hakiki olanı bilerek, ilahî bir neşenin ardında ışıldarlar.
Bir bahçenin sonbahardaki durumu düşünülürse, ağaçlar yapraklarını dökerler. Hayat yavaş yavaş durağanlaşır ve kış mevsimine girilir. Ağaçların yeşerdiği, meyvelerin çıktığı ilkbaharda ise hayat canlıdır. Hakikat arayıcıları böyle bir bahçede her mevsim meyveye duran ve her daim yeşil bir ağacın gölgesindedirler.
Hakikatten uzak kişiler ise bereketsiz, kurumuş bir ağacın gölgesinde, mânevi hazdan uzak, suratsız sallapati bir hayat sürerler.
“Kimi ekşi suratlı görürsen bil ki o, aşk ateşinden kaçmıştır. Hep gölgede kalan salkım koruk, baştanbaşa ekşidir…”
***
“Dünya bir ırmak gibidir. Akar gider. Biz bu ırmağın dışındayız. Zaman ırmakta akan su gibidir. Irmağa düşen bizim gölgelerimizdir.”
Aynı zamanda “su” marifettir, feyzdir. Hak âşıklarını mest eden bedensel değil ruhsal hazdır. Aynı zamanda Hak âşıkları, Platon’un mağarasından dışarıya bakıp ışığı idrak eden âriflere de tıpatıp benzerler…
“Gölgeye sığınan” insan zaafları olan bir varlıktır. Nefsini bilen kişi, bu zafiyetlerden uzak durmaya çalışır. Bu nedenle Allah’ın gölgesi, kişiyi ‘kendisinden gelebilecek’ olanlar dahil bir dolu vesveseden korur…
***
Mevlânâ “gölge” için bunları söylüyor. Bizim zannımızca olabildiğince hakikate yanaşmış olan baba psikiyatrist Jung 700 yıl sonra bu kez benliğin karanlık yanına, “gölge kişiliğe” odaklanıyor. Jung’a göre “gölge kişilik” insanın kötülüklerini gizlediği bir torbadır. İnsan bunu peşi sıra sürükleyerek yaşar.
Kamburu oradandır…
Fakat gölgesiyle, kendi kötülüğünün utancıyla yüzleşen kişi yenilenmenin kaynağını da keşfeder. Gölgesini ışıklandırır, gücüne güç katar,
Bu da bizi “kendini bilmek” denen şeyin bir yüzleşme olduğu gerçeğine götürür. Kendi karanlık tarafıyla yüzleşmenin bir “ölmeden ölme ve yeniden doğma” olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bence söyleriz…
***
Hafızamdaki en sevdiğim gölge derseniz, çılgın kalabalıktan uzakta, bir ekim güneşinde Adalar’da, mazbut bir evin tam karşımdaki duvarını kaplayan sarmaşığın güneşe duyduğu aşktır.
O sere serpe gölgedir.
Öyle bir gölge ki yaşama sevinci ve şükür gelip karşıma oturur. Ona çay ısmarlar ve gözlerinin güneşinde kendimi ararım…
***
Meraklısına:
Geçen pazar, “Ne kadınlardı ama!” yazımda ‘medfun’ yerine meftun çıkmış. Dikkatli okurlar sağ olsunlar uyardılar. Hata bana aittir. Düzeltir ve teşekkür ederim.
Divanı Kebir’de Gölge Metaforu, Sevda Çilem Ayar’ın Fırat Üni. Sosyal Bilimler Dergisindeki makalesinden faydalandım. Tavsiye ederim.