CEM SANCAR / Eylül’dü, sakallıydı gençliğim

Eylül’ün ışığı düşünce İstanbul Üniversitesinin Süleymaniye Camiine akan duvarlarındaki sarmaşığa…
Cuntalardan yeni çıkmış saz bedenli gençliğim, kuru fasulyecilere, öğrenci kafelerinin ucuz çayına dadanırdı.
Pek fazla kahkaha atılmazdı oralarda, sessiz sakin satranç oynanırdı. Ben susup Mimar Sinan’a bakardım. İçimde yaşayan, işkencelerde taciz edilmiş kızlarla faili meçhul çocuklar benimle birlikte camiye bakar, ona çetin sorular sorarlardı…
İstanbul’un o asi o yaralı çiçekleri Süleymaniye’de bir akşam vakti Yahya Kemal olur, mâbet avlusunun Haliç’e bakan setlerine oturur, her daim âsude şehre göz atardı. Can yakıcı yağlıboya bir resimde isli ama dirençli bu şehre zapturapt, bir işgal kuvveti kadar yabancıydı. Gaddarlıklar, uzak bozkırların gün görmemiş hoyratlıklarında gizliydi, bilinirdi.
Mimar Sinan susar, bizim birer yabancı olmadığımızı, çıkarsız bir vatan aşkıyla yanan çocuklar olduğumuzu anlar, omzumuza dokunup teskin etmek ister, fakat sinemizde alev alev yanan öfkeden çekinir, ses etmez, kendimizi bulacağımız zamanları beklerdi…
***
Eylül’dü, bu şehirde her eylül biraz 12 Eylül’dü.
Böyle vahşet görülmemişti. Öyle ki o vahşetin filmi çekilememişti. O denli kötülüğün seyrine kimse dayanamazdı. Romanları da yazılamadı, hiçbir roman o kâbusu aktaramadı. Ondan önce başbakanı asan kesen, taraftarlarına zulmeden 60 darbesiyle yüzleşemeyince, sol Kemalist gençlerin darağacına çekilmesine nasıl direnilemediyse, 12 Eylül’e süngü zoruyla nasıl evet dendiyse…
28 Şubat da öyleydi…
Örtünmeyi seçen kızları saçlarından sürükleyenlerle, 80’lerin devrimci kızlarını hayata küstürenler aynı neseptendi…
Birine karşı çıkılmayınca diğerlerine de karşı çıkılamıyordu. İlk cinayeti örtbas edilen bir psikopatın seri katile dönüşmesi kaçınılmazdı. Azan azdıkça kabaran bir karanlıktı bu. Göz yumularak yakılan, yandıkça büyüyen bir orman yangını.
Zaten yıllar evvel yangın çıkarmak için Komünizmle Mücadele Dernekleri kurulmuştu. Antikapitalist en muazzam devrimci dini, FETÖ’lerle Ebu Cehillerle tarumar edenler CİA masasından aldıkları maaşlarla berhudardı. Taşranın gariban çocukları ise bozguna uğratılmış millet duygusunun “kadınlarını paylaşıyorlar” iftirasıyla fanatikleştiriliyor, silahlandırılıp kardeşlerinin üstüne sürülüyorlardı. Karşılarındaki yarım akıllı çocuklara da silahsız devrim olmaz deniliyor ve kan gövdeyi götürürken cumhuriyetin asalakları ellerini ovuşturuyordu…
Sağda solda silahlı yobazlık moda olunca, yurtsever ideallerin büyüyüp gelişmesi boşa çıkıyor, bir tür siyasi mafya kültürü egemen oluyor, angutlara gün doğuyordu.
Cumhuriyet; devşiremedikleri Müslümanları, Kürtleri, Bağımsız Türkiyeci sosyalistleri ve devletten beslenmeyen her kim varsa onları inkâr etmişti. Başka türlü düşünen edebiyatçıları kafasına kereste vurarak yok etmiş, şapka kanuna karşı yazı yazdı diye insancıkları İstiklal Mahkemelerinde recmetmişti. Ecnebi tarikat okullarında beyni alınmış bir dogmatizmle, heykellerin gözetiminde yetişmiş hödük elitler dışında kimseye hayat hakkı vermemişti.
Vermeyecekti…
***
Süleymaniye’deki gençliğim, sular sürekli kesik olduğu için yağlanmış uzun saçlarından utanmadan (ne utanacaktı bu ülkeyi bu hâllere düşürenler utansındı) yürüdü, Sahaflar Çarşısına girdi. Kenarda küçük bir dükkân tıklım tıklımdı. Sessizce yaklaştı, içerde müthiş bir sohbet sürüyordu. Genizden tütünlü bir ses, “İnsan Allah’ın halifesi, yaratılmışın en kutlusu. Ona ihtimam göstermeyen insan değil,” diyordu.
Yanında duran tombik adam, gence bakmış, onda pırpırlı sorularla yanan ruhu görmüş; “Muzaffer Efendi konuşuyor” demişti. “İçeri girmek ister misin?”
Nasıl, nereye girecekti? Sevdiği kız bile ona artık yabancıydı. Bu karanlık yılların müsebbibi olarak onu görüyor, terk edip eğlenmek istiyordu.
Beyazıt Meydanından Çorlulu Ali Paşa Medresesi denilen nargile bahçesine yöneldi, içeri girdi, bir kenara ilişti. O yıllarda memleket sevdasıyla dertli herkes oradaydı. Sosyalistler, Ülkücüler, İslamcılar, herkes. İnsanlar fısıltıyla felsefe şu bu konuşuyor, uzun uzun susup kurşunu kararmış kubbenin ötesine bakıp kalıyorlardı. Demek ki silahlı yobazlık olmadığı zaman böyle konuşabiliyormuş, diye geçirdi içinden. Hesaba yazdırarak yarım ekmek kaşar tostunu yedi, çayını içti. Açlıktan midesi neredeyse sırtına yapışacaktı…
***
Gençliğim gür sakallarını sıvazladı…
Faşist rejimin sinekkaydı insan tipine bir direnişti bu, sakalını serbest bırakmıştı. Yürüdü. Kemalist ideolojinin sol-sağ fraksiyonlarının şu hazanlar şehrine ne denli yabancı olduğunu düşündü. Pertevniyal Lisesinin köşesinden Küçük Valide Camiinin narin güzelliği belirince…
Ne kadar da uzakta kalmıştı o camide anneannesiyle birlikte çektiği salavatların yağmur kokusu!
O sırada karşıdan gelen iri yarı, ak sakallı bir adam ona “sakal kardeşliğiyle” gülümsedi ve elini kalbine koydu.
Bu ona o kadar iyi gelmişti ki…
Kalbi kırık bir Eylül’dü. 15 Temmuz’a daha çok vardı…