YAZARLAR

ALİ OSMAN KARAOĞLU / İsrail, Uluslararası Hukuk Ve Cezasızlık: Bir İstisna Halinin Anatomisi

1945 yılında kurulan yeni siyasal düzenin en önemli yapıtaşlarından biri uluslararası hukuk olarak belirlenmiştir. Buna göre devletler arasındaki uyuşmazlıklarda kuvvet kullanmak yasaklanmış ve barışçıl uyuşmazlık çözüm yolları teşvik edilmiştir. Ancak özellikle Güvenlik Konseyi’nin yapısı beş devletin (ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere) barış ve güvenlik meselelerinde tek yetkili olmasını temin etmektedir. Bu durum da beş devletin koruması altında yapılan eylemlerin cezasız kalabileceği anlamına gelmektedir. Cezasızlık dendiğinde ise akla ilk gelen devlet İsrail’dir. Zira İsrail, tarihi boyunca en çok uluslararası hukuka aykırı eylemi bulunan ve aleyhine en fazla Birleşmiş Milletler (BM) kararının ve BM raporunun olduğu devlettir. İsrail istisnacılığı olarak adlandırılan cezasızlık hali 1948’den beri devam etmektedir. İsrail’in uluslararası hukuk ihlalleri her ne kadar Genel Kurul, Güvenlik Konseyi ve Uluslararası Adalet Divanı (UAD) tarafından kayıt altına alınsa da özellikle ABD’nin vetosu nedeniyle her defasında yaptırımsız kalmaktadır.

Soykırım İstisnası

7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de sürmekte olan Soykırım eylemleri temelde İsrail’in uluslararası hukukun en önemli suçu karşısında dahi koruma gördüğüne ilişkin somut ve güncel bir veri sunmaktadır. 1948’de imzalanan ve 1951’de yürürlüğe giren Soykırım Sözleşmesi temel olarak soykırım kastı ile ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen birtakım eylemleri yasaklamaktadır. Bu eylemler a) Gruba mensup olanların öldürülmesi; b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarının kasten değiştirilmesi; d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler alınması; e) Gruba mensup çocukların zorla bir başka gruba nakledilmesi olarak sıralanmaktadır. İki yıla yakın süre içerisinde İsrail’in mevzubahis eylemlerin birçoğunu işlediği BM Raportörleri tarafından tespit edilmiştir. Üstelik Güney Afrika tarafından UAD önünde İsrail aleyhine açılan Soykırım Sözleşmesi’nin ihlaline ilişkin davada Divan üç ayrı tarihte birtakım ihtiyati tedbir kararlarına hükmetmiş ancak İsrail bağlayıcı olan bu kararların dahi hiçbirine uymamıştır. İsrail’in uymadığı kararlar arasında insani yardımın engellenmemesi, delillerin karartılmaması, soykırıma varabilecek fiillere son verilmesi gibi emirler bulunmakta ve Güvenlik Konseyi’nden bu kararları İsrail’e uygulatması beklenmektedir. Güvenlik Konseyi ise ABD’nin vetosu nedeniyle her defasında tıkanmış, bunun yerine harekete geçen Genel Kurul ise herhangi bir zorlayıcı yaptırımın önünü açamamıştır. Bu cezasızlık hali İsrail’in Gazze’deki operasyonlarını derinleştirmesine, Gazze’yi tamamen boşaltma politikasını devreye almasına ve hatta bunu yaparken bir yandan da Lübnan Hizbullahı’nın ve Hamas’ın üst kademesine suikast yapabilme, İran’ı ve Suriye’yi bombalayabilme cesaretini bulmasına neden olmuştur.

Meşru Müdafaa İstisnası

İsrail’in cezasız kalacağına ilişkin özgüveni uluslararası hukukun en temel kavramlarından olan meşru müdafaa kavramını da kötüye kullanmasını sağlamıştır. Bu anlamda İsrail, ilk olarak 1967’deki Altı Gün Savaşı’nı meşru müdafaa kavramına dayanarak başlatmış ve savaş sonunda Filistin topraklarının tamamını, Suriye’den Golan Tepeleri’ni ve Mısır’dan Sina Yarımadası’nı işgal etmiştir. Birçok Güvenlik Konseyi kararında İsrail’in eylemlerinin haksız olduğu ve işgal ettiği bölgelerden çekilmesi gerektiği vurgulanmış ise de herhangi bir zorlayıcı yaptırımın uygulanmaması İsrail’in ilhak politikasına yönelmesine neden olmuştur. Bu açıdan bakıldığında BM kararlarının metni de İsrail’in 1949 tarihli 4. Cenevre Konvansiyonu uyarınca işgalci statüsünde olduğu ve bu statüye uygun şekilde yükümlülüklerini icra etmesi gerektiği yönündeki uyarılara dönüşmüştür. Oysa İsrail hiçbir zaman bu yükümlülüklere uygun davranmadığı gibi işgal ettiği toprakları da hiçbir zaman asıl sahiplerine vermek istememiştir. Öyle ki, Mısır ve Suriye 1973 yılında Yom Kippur savaşı ile işgal edilen topraklarını geri almaya çalışmış ve İsrail buna dahi uzun süre direnmiştir. Nihayetinde Mısır’a Sina Yarımadası’nı iade etmiş ancak hala Suriye’ye Golan Tepeleri’ni iade etmemiştir. Tam aksine Golan Tepeleri’ni ilhak etmiş ve kendi haritalarında ülkesi içerisinde göstermiştir. Bu durum da İsrail’in zorlayıcı yaptırım olmaksızın işgal ettiği bölgelerden rızasıyla çekilmeyeceğinin önemli bir göstergesidir. Öte yandan İsrail’in işgal ve ilhak politikasını sadece Gazze’de değil Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te de sürdürdüğü, her gün yeni yerleşim birimleri kurduğu, zorla yerinden etme ve mülksüzleştirme amacı güttüğü, Oslo Mutabakatı’nı rafa kaldırdığı bilinmektedir. Böyle bir tabloda artık İsrail’in işgalci statüsünün dahi olmadığını kabul etmek gerekir. Zira 4. Cenevre Konvansiyonu’nun düzenlediği işgal durumu fiili ve geçici bir zorunluluğun hukuki çerçevesini oluşturmak için öngörülmüş olup bu düzeyde uzun ve ilhake dönüşmüş bir işgali kapsamamaktadır.

İsrail’in cezasızlık hali ve meşru müdafaa kavramını suiistimali son olarak İran saldırılarında da karşımıza çıkmıştır. İran saldırısını nükleer silah geliştirme ve ileride kendisine karşı kullanma gerekçesine dayandıran İsrail, esasen meşru müdafaa kapsamında sayılmayan ve uluslararası hukuk tarafından kabul görmemiş bir doktrin olan önleyici meşru müdafaa eyleminde bulunmuştur. Zira gelecekteki bir saldırı ihtimali bir devlete meşru müdafaa hakkı vermemektedir. Nitekim İsrail benzer bir saldırıyı 1981 tarihinde Irak’ın Osirak nükleer tesislerine de yapmış ve aynı gerekçeyi kullanmıştır. Oysa BM Güvenlik Konseyi, 1981 tarihli ve 487 sayılı kararında İsrail’in Osirak saldırısının BM Şartı’nın 2/4. maddesinde yer alan kuvvet kullanma yasağını delen haksız bir saldırı olduğunu vurgulamıştır. İsrail’in aynı gerekçeyle İran’a saldırısı da BM Şartı’nda yer alan kuvvet kullanma yasağına aykırı bir saldırıdır. Meşru müdafaa kapsamında kabul edilmesi mümkün değildir. Bu noktada önemli olan hususlardan biri İsrail’in egemen devletlere karşı açık uluslararası hukuk ihlalinin dahi cezasız ve yaptırımsız kalmasıdır. Zira İsrail’in ateşkese ikna edilmesi yeterli kabul edilmekte ancak İsrail’in sebep olduğu yıkımı onarma yükümlülüğü dikkate alınmamaktadır. Oysa devletin sorumluluğuna ilişkin uluslararası hukuk kuralları sorumlu devletin onarım yükümlülüğü altında olduğunu hüküm altına almaktadır. Bu nedenle İsrail’e karşı, yetki kurallarından dolayı, UAD önünde dava açılmaması İsrail’in onarım yükümlülüğünü ortadan kaldırmamaktadır. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi hukuki olarak ihlalin tespiti veya kınama İsrail’e karşı yetersiz kalmaktadır. Zorlayıcı bir yaptırım olmaksızın İsrail’in onarım yükümlülüğünü rızaen yerine getirmesi mümkün gözükmemektedir.

Tanımama Yükümlülüğü

İsrail’in, işlediği uluslararası hukuk ihlalleri karşısında yaptırımsız ve cezasız kalmasının nedenlerinden biri de ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere birçok Batı devletinden destek görmesidir. Uluslararası hukukta devletin sorumluluğuna ilişkin kurallar arasında hukuka aykırı eylemleri tanımama ve desteklememe yükümlülüğünün açıkça düzenlenmesine rağmen, İsrail’in ne geçmişten günümüze sebep olduğu hukuksuzluklar ne Gazze soykırımı ne de İran saldırısı yaptırıma uğramıştır. Bu durum sadece Güvenlik Konseyi’nin yapısı ile açıklanacak bir husus değildir. Zira Güvenlik Konseyi’nden karar çıkmaması bir yana, bu devletler İsrail’in eylemlerini destekler nitelikte bir tutum sergilemiştir. Hatta Fransa, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni (UCM) kuran Roma Statüsü’ne taraf bir devlet olmasına ve UCM’nin yakalama emrine muhatap olmasına rağmen Netanyahu’nun Fransa’ya gelmesi halinde tutuklanmayabileceği imasında bulunmuş, Macaristan ise Netanyahu’yu törenle ağırlayarak Roma Statüsü yükümlülüklerini ihlal etmiştir. Gelinen noktada Papa XIV. Leo dahi uluslararası hukukun bu denli ihlalinin insanlık için utanç verici olduğunu ifade etmek durumunda kalmıştır. İsrail’e karşı uzun süredir uygulanan istisna ve cezasızlık hali uluslararası hukuka olan inancı ve güveni sarsmıştır. İsrail’e yaptırım sorunu adeta hukuk temelli dünya düzenine geçişin turnusol kağıdına dönüşmüştür.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu