CEM SANCAR / İstanbul ağrısı

Burası İstanbul‘dur, şairler bu afitabın sürme gözleri karşısında deli divâne olmuş ilanı aşk etmişlerdir. Benim gençliğimin ozanı Attilâ İlhan daha bir dobra konuşmuş “Ulan İstanbul” demiştir. Hani o bağrımız yandığında kendi kendimize söyleriz ya: “Ah ulan ah!”
Tam da öyle…
***
Ne olursa olsun ne zarar verilirse verilsin güzelliğinden bir gram taviz vermez o. Konstantiniyye zamanı dahil böyledir. Her zaman dünyanın başkenti olmuştur, her zaman ilimde irfanda, kültürde sanatta belirleyici olmuştur. Başka şehirlerde ışıldayan güzel insanlar da anca İstanbul Ruhuna dahil olduklarında huzur bulmuştur.
Ankaralılar belki bozulur buna ama çare yok. Orası siyasi başkenttir saygımız vardır, lâkin payitahttan uzaklaşmak için kurulan bir memur şehri değil midir kendisi? İstanbul’dan uzaklaşmak demek bir miktar kasaba sıkıntısı demek midir? Yoksa cıngıllı cumhuriyet merasimlerinin kapısında bir “evet efendim sepet efendim” mi iliştirilmiştir yakasına?
Attilâ İlhan ve Bâki…
Tıfılken bir keresinde, bizimkiler işe gittiğinde mahallenin çocuklarını çağırıp ana-babamın giysilerini giydirip bir tiyatro yapmıştım, koca ayakkabılar, kalemle çizilmiş bıyıklar. Çocuklardan biri, lambırlop diye düşüp kafasını drank diye vurunca betona, “ben böyle tiyatronun taaa…” diye sallamıştı da kapatmıştık orada tiyatro bahsini.
Hiç heves etmedim daha sonra. Ankara bana biraz… Neyse, şiire dönelim biz bu konuda:
“eğer sen yine istanbul’san / yanılmıyorsam / koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim / sicilyalı balıkçılara marsilyalı dok işçilerine / satır satır okumak istediğim / sen / eğer yine istanbul’san / eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim / ulan yine sen kazandın İstanbul / sen kazandın ben yenildim…”
***
Anadolu ve dahi Osmanlı coğrafyası İstanbul ile ses bulur, bulmuştur. Bir kere bu kabul edilmeli.
İstanbul, 400’den fazla Sufi dergahıyla İstanbul beyefendisi, hanımefendisi yetiştiren bir okuldu. Burada yaşayan İslam, şehir İslam’ıydı, İstanbul Müslümanlığıydı. Sanata edebiyata düşkün bir incelikler manzumesi. Fikirlerin seçkin muhabbetlerde yetişip geliştiği bir bahçe.
Cumhuriyetin en büyük hatası İstanbul İrfanını ezerek şekli-selefi bir Müslümanlığı yerleştirmek oldu. Çünkü öyle bir dindarlığı gösterip tebaasını irrite etmek istedi…
İstanbul Türkçesi olduğu gibi İstanbul Rumcası, İstanbul Ermenicesi olduğunu da biliyor musunuz? Yunanistan’da ve Ermenistan’da bilinmeyen…
Şanslı çocuktum. 94 yaşına kadar pür zekâ yaşayan anneannem bana İstanbul Müslümanı ne demek gösterdi. O vakur zarafet… Oradan künhüne vardım ne kadar varabildimse, bu şiirli şehir kadar latif kelimelerin, o namütenahi sihrin.
Dilimiz bu şehirde zümrütlenmiştir onu diyorum. Ondandır dil ustaları buradan yarışmıştır bülbüllerle…
***
“Nâr-ı gamla pûte-i aşk içre kâl olduk dirüz / Hâl müşkildür eger uymazsa hâle kâlimüz” demiş Şeyhülislam Yahya. Evet böyle muazzam şeyhülislamlarımız da vâkidir.
Şunu diyor: Hâliyle sözü birbirine uymayanın durumunu izah etmek müşküldür.
Yahya Efendi, Kanuni Döneminde yaşamış. Kanuni sert adam ama sıkı şair. Osmanlı Farsçadan kopuyor onla, çünkü o Türkçeye hasta. Dolduruşa gelip bazı bilgelerimizin kanına girmiş, fakat Şeyhülislam Yahya’yı ta Fuzulî’ye gönderip Leyla ile Mecnun’u Türkçe yazmasını da istemiş. Fuzulî de bir yazmış pir yazmış. Bugün elimizde o çiçek var. Tabii şu an “moderen” Türkçemizle anlamıyoruz, sözlük bakıyoruz. O da ayrı komedi…
“Avâzeyi bu âleme Davud gibi sal / Bâki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş.”
Şairlerin şairi Bâki’yi keşfeden de Kanuni. 14-15 yaşında bulmuş getirmiş, Mimar Sinan’ın yanına çırak vermiş. Yani dilin mimarisi, mimarinin dili meselesi… Bâki demiş ki, “Mimar Sinan’ın taşta ne yaptığına baktım, kelimede onu yaptım…”
Onun için olsa gerek, kelimenin müzikalitesinde adı rast makamıdır. Rast, makamların anasıdır.
“Minnet Hudâya, devleti dünya fenâ bulur / Bâkî kalur sahife-i âlemde adumuz.”
***
İstanbul budur, karakterimizdir. Sizi bilmem ben bu kutsal şehrin kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar emrindeyim.
“ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa / parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam / hiç bir gün hiç bir postacı kapımı çalmasa / yanılmıyorsam / sen eğer yine istanbul’san / senin ıslıklarınsa saplanan bu ıslıklar / gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan / bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir…”
Ulan bunu sen de bilirsin İstanbul. Kaç kere yazdım kim bilir…
Meraklısına:
*Tarihi şehre her dakika sallapati giren arabaların ve nüfusun sınırlandırılması, tarihi yarımadanın trafik cehenneminden kurtulması bence çoktan bir devlet politikası olmalıydı. Bu iş belediyelere bırakılamaz. İstanbul Valiliği bir şehir platformu toplasa ne güzel olur.
**Böylece İstanbul Üçlemesini tamamladım. Geçen haftaki “İstanbul İrfanı” yazımda dikkatli okurlar zâtıma, Sümbül Sinan’ın Sultanahmet’te değil Fatih Camiinde vaaz verdiğini ilettiler. Zevkle düzeltirim.