CEM SANCAR / İstanbul İrfanı

İstanbul‘dur bu. Çiçek isimli ve dahi çiçek gibi zarif bilgeler bahçesidir burası.
Vaktiyle yazmıştım, “Sümbül Sinan” diye bir ermişimiz vardır, bilir misiniz?
Sinan istidatlı insan. Medreseler fıkıhlar şunlar bunlar derken, bir aziz insan bulmuş ayaklarının dibine oturmuş can kulağıyla dinlemiş. Bir gün Ustası öğrencilere çıkın bana sümbül toplayın, bakalım hanginiz en güzelini getireceksiniz demiş de bizim Sinan Efendi dağ bayır dolanmış bula bula boynu bükük solgun bir sümbülü bulup getirmiş. “Bütün sümbüller yerinde güzeldi, bu gariban gitti gidecekti, anca bunu getirebildim demiş…
Adı Sümbül Sinan kalmış.
Sümbül Efendi zikir ve devran yaptırdığı için çatık kaşlı Kadızâdelerden çok çekmiş. Yavuz Selim irade göstermiş de Ayasofya ve Sultanahmet’te bir Sufi olarak vaaz verince işler bir miktar düzelmiş. Öyle zamanlarmış. Böyle vaazlarda oluyormuş o vakitler…
***
Sümbül Efendinin tekkesinde Çifte Sultanlar denir iki kız kardeş yatar. Emevi baskılar sırasında Bizans’ın eline esir düşen sultanlar, yani Muhammed Mustafa Aleyhisselam‘ın torunu Hz. Hüseyin’in kızları Hz. Fatıma’yla Hz. Sakine köle olarak bu manastıra gönderilirler. İmparatora hizmet etmeleri beklenir. Ama öyle olmaz. Konstantin öfkelenir; kız kardeşleri mahzene kapattırır. Bir süre sonra, bir gece mahzenden bir ışık parlar. Mahzenin kapısı açıldığında görülür ki, Çifte Sultanlar son nefeslerini vermişlerdir…
Olanda daima bir sır vardır bu şehirde. Tekke bu manastırın üstüne yapılmış, Sümbül Sinan bu mezarları ilham ve keşif yoluyla bulmuş. Üstünü sümbül çiçekleriyle doldurmuş. Ve onların ayakucuna gömülmüş…
***
Merkez Efendi desen Edirnekapı‘dan seyreder İstanbul’u. O da kızarmış sufilere, ta ki Sümbül Sinan’ı tanıyana kadar. Sinan sormuş öğrencilerine, bu âlem size verilse neyi değiştirirsiniz diye. Kimi bunu demiş, kimi şunu demiş, sıra bizim Merkez’e gelmiş… “Bence âlem dediğiniz tam kıvamında, her şey yerli yerinde, merkezinde,” deyiverince onun da adı Merkez Efendi olmuş işte.
Sâmiha Ayverdi
Her şey olması gerektiği gibi, yerinde, merkezinde. Toplumsal hayattaki adaletsizliklere eksiklere gelince, o zaman da her halk hak ettiğince…
***
Sâmiha Ayverdi hanımefendiye gelince unutulmayan bir düşünür bizce. Onun yazılarında İstanbul bir şehir değil mânevi bir şahsiyettir. Bir karakteri bir şerefi bir ruhu vardır…
Ell Hacc Vedat Bey için de Hasan Lütfi Şuşud için de Lütfi Filiz için de böyledir bu. Bu irfan sahipleri geçip gitmişlerdir yakın zamanlarda. Üsküdar’da Aziz Mahmut Hüdai tepeden yağmış, Ahmet Yüksel Özemre şekerli kelimeler ekmiştir parklara, bahçelere.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın arada şöyle mırıldandığı söylenir: “Her şey yerli yerinde…”
***
Her şey yerli yerinde, İstanbul da öyle.
Mafya babalarına özenenlerin değil, Karagümrük’ten yükselen gazelin, Fatih’in türbedarı Derviş Ahmet Amiş Efendinin sırrına erenlerin mekânıdır burası. Âriflerin ruhları dolaşır sokaklarında.
Bir şehir değildir sadece. Bir efsanedir İstanbul. “Bir megapol-metropol hiç değildir,” diyor kıymetli insan Ali Günvar. “Bir metapoldür. Şehir ötesidir. Meta filan diyerek kelâm kelimesini örtüyorlar. İstanbul bir kelâmdır bizce…”
İrfan nedir, bir kere de ona bakalım. Bazı kelimeleri tanımlamaları kullanıyoruz, biliyor gibi yapıyor ama bilmiyoruz. İrfan, ârif, arafa (RF), bildi tanıdı ayırt etti demek. Beyniyle mâlumat toplayanları değil kalbiyle keşfedenleri imliyor. Kalpten kasıt gönüldür. Gönül gözüdür. Araf, bugün bizim bildiğimiz gibi iki arada bir derede olanları değil, yüksek bir rafta duranları kasteder. Yani Yunus’un dediğidir. Cennet cennet dedikleri isteyene ver onları, bana seni gerek seni, diyenlerin mertebesidir o.
İrfan oradan. Hakikatin özü, âriflerin hülâsası.
***
Büyük düşünürlerin, yazarların, şairlerin şehrine, bu şehir ötesi varlığa davranışımıza gelirsek…
Mahmud Erol Kılıç şöyle söylüyor:
“Çanakkale domatesi, Kastamonu sarımsağı, Alibeyköy mısırı gibi, İstanbul şehri de yetiştirdiği insanları ile meşhur olmuştur. Bir zamanlar bu şehrin 400 Dergâhı aslında İstanbul Beyefendisi üretim merkezleriydi. İlmiyle, irfanıyla, sanatıyla, edebiyatıyla ‘Dergâh Terbiyesi Görmüş’ insanlar dolaşırdı sokaklarında. Bu İslam şehrinin altı asırlık köklü mirasını kendi ellerimizle çöpe attık. Yerlerini magandalara, çetelere, küstahlara bıraktık.”
Sebep, İstanbullu olmak denen vaziyete duyulan bilinçaltı hınç, o eziklik olmasın sakın?
Öyledir ama, bunu biliyorsunuz! İstanbul diline duyulan kıskançlık, İstanbul nezaketine gösterilen alaycı küçümseme, Anadolu’dan göç eden insanlardaki pervasızlığı irfan zannetme kusuru. “Köyümü yaşarım abi” şeklindeki o bildik şeyler…
***
Oysa İstanbul, her zaman ilim irfanda belirleyici olmuştur. Anadolu İrfanı denen şey ancak İstanbul İrfanıyla terennüm edildiğinde bir anlam ifade eder.
Cumhuriyetle birlikte payitaht diye ötelenen şehir…
Biliyoruz, yine “zarafet” bayraklarını surlarına asacaktır…