SALİH TUNA / Ne gülüyorsun, anlattığım senin hikâyen


Soğuk Savaş sona ermiş, NATO‘ya karşı 1955’te kurulan Varşova Paktı lağvedilmiş, hülasa Sovyetler Birliği dağılmıştı.
Çok değil bundan birkaç gün sonra da Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Boris Yeltsin, NATO Genel Sekreteri Wörner’e gönderdiği mektupta, Batı’yla yeni bir dönem başlatmak istediğini, NATO’ya üye olmayı da hesaba katarak dile getirmişti.
Wörner‘in cevabı mı?
Hayır canım, “Sizi yıkmak için kurulan NATO’ya mı girmek istiyorsunuz?” yollu ironinin dibini bulmadı. Tam aksine, diplomatik nezaket çerçevesinde cevap vermişti: “Zamanımız çok, ilişkileri geliştirecek fırsatımız da var…”
Bana soracak olursanız bu cevap daha kırıcıydı. Lakin, Yeltsin hiç tınmadı; hatta birkaç yıl sonra (94’te) dönemin ABD Başkanı Bill Clinton‘a, “Rusya, NATO’ya ilk katılan ülke olmalı. Sonra Doğu ve Orta Avrupa’dakiler gelebilir…” demişti.
Demek o tarihte Rusya NATO’ya katılmış olsaydı, Finlandiya’nın 2023’te, İsveç’in de 2024’te NATO’ya katılmasında Rusya belirleyici ülkelerden olacaktı. Belki de NATO aşkı nedeniyle Ukrayna ile savaşacağına “sevişecekti”.
Gülmeyin, “hikâyenin” hâl-i pürmelâlimizi çağrıştıran yanları var, geleceğim.
Diyeceksiniz ki, Sovyetler Birliği‘nin askeri ve ideolojik yayılmasına karşı Batı dünyasının ortak savunmasını sağlamaya matuf (1949’da) kurulan NATO’ya Rusya’nın katılmasını isteyen Yeltsin ile NATO’nun genişlemesine karşı savaşı göze alan Putin bir mi?
Haklısınız, asla bir değil. Yine diyeceksiniz ki Putin her şeyden evvel Yeltsin’i sevmez.
Bunda da haklı olabilirsiniz, fakat Lenin’den daha çok sevdiği de bir gerçek. Zira, Yeltsin için “Demokratik Rusya’nın doğuşunda rol oynayan, Rusya’yı özgürlük yoluna sokan lider” derken, özerklik politikası üzerinden Ukrayna’nın oluşumunun vebalini yüklediği Lenin‘i Rusya’ya ihanetle suçlamıştı.
Kaldı ki başlangıçta Putin, ABD’yle ilişkiler konusunda Yeltsin’den pek farklı değildi. O kadar ki 11 Eylül saldırısının hemen ardından NATO’yla işbirliği yapmakla kalmadı, (mealen) “NATO’nun Rusya’yı eşit ortak görmesi hâlinde, NATO’ya neden katılmayalım…” demişti.
Demem o ki “Putin’in akıl hocası” tesmiye edilen Aleksandr Dugin‘in ağzına bakıp da Putin’i ABD öncülüğündeki NATO hegemonyasına karşı Avrasyacılık düşüncesinin öncü lideri sanmayın. Onun Avrasyacılığı jeopolitik, Batı karşıtlığı da pragmatiktir.
Rusya “güç projeksiyonuyla” hareket etmemiş olsaydı “stratejik müttefiklik” içinde olduğu İran‘ı 12 Gün Savaşı’nda yapayalnız bırakır mıydı?
Nasıl müttefikse artık, “savaş geliyorum” dediği hâlde İran’a ne istihbarat desteği ne de hava savunma sistemi verdi.
Aynı şekilde savunma gerekçesiyle davet edildiği ve otağ kurduğu Suriye‘de İsrail’in hava saldırıları karşısında kılını kıpırdatmadı.
Yetmezmiş gibi bir de kalktı geçenlerde tescilli soykırımcı Netanyahu ile diyaloğu sürdürme kararı aldıkları bir telefon görüşmesi yaptı.
Ne oldu peki?
ABD yanı başında Zengezur Koridoru açtı. Bakalım yakında Gürcistan‘daki olası “değişime” engel olabilecek mi?
Rusya, İran ve Türkiye, Astana ve Soçi süreçlerini başarsalardı yanı başlarındaki Zengezur Koridoru’na ABD binlerce kilometre uzaktan gelip çökebilir miydi?
Sonuç itibarıyla Putin bölgedeki dostlarının “güven bunalımına” neden olmaktan öteye geçemedi.
Milli İstihbarat Akademisi’nin geçenlerde yayımladığı “12 Gün Savaşı ve Türkiye İçin Dersler” başlıklı raporundaki şu satırlar bir yanıyla da bunun göstergesi: “Türkiye’nin, Suriye iç savaşıyla eş zamanlı olarak yıpranan geleneksel ittifak ilişkilerini onarmaya yönelik son dönemde attığı adımlar daha da anlam kazanmaktadır. Türkiye’nin son yıllarda ABD ile ilişkilerini iyileştirmesi, NATO ile ilişkilere de yansımıştır ve bu sürecin sürdürülmesinde fayda mülahaza edilmektedir…”
Vara vara gördünüz mü nereye vardık!
Neden “gülmeyin” dedim bilmem anlaşıldı mı?