YAZARLAR

CANSU KUNT / Avrupa’da Vicdan İkilemi: Gazze, İki Devletli Çözüm Ve Ahlaki Eşik

Avrupa, Gazze‘deki insani felaket karşısında uzun süre sessiz kalmıştır. Ancak son gelişmeler, bu sessizliğin kırılmak üzere olduğuna işaret etmektedir. Peki, bu uyanış samimi mi, yoksa yalnızca geç kalmış bir itibar kurtarma çabası mı?

Avrupa, nihayet Gazze konusunda sesini yükseltmeye başlamıştır. 7 Ekim 2023’te Hamas‘ın saldırısıyla başlayan İsrail‘in askeri harekâtı yaklaşık 650 gündür sürmektedir. Bu süreçte en az 54 bin Filistinli ve bin 600 İsrailli hayatını kaybetmiştir. Gazze, neredeyse tamamen yerle bir olmuştur. Mart 2025’te başlayan son kara harekâtıyla birlikte İsrail, 2,2 milyonluk nüfusu açlığın eşiğine sürüklemiş ve halkı silah zoruyla şeridin yalnızca beşte birine sıkıştırmıştır. Ancak Avrupa hükümetlerinin büyük kısmı, aylar boyunca bu tabloya yalnızca belirsiz ve temkinli ifadelerle yaklaşmakla yetinmiş ve İsrail’in orantısız güç kullanımı uzun süre eleştirilmemiştir.

Gazze’de aylar süren bombardıman, abluka, açlık ve soykırımın ardından Avrupa’nın tutumu yavaş yavaş değişmeye başlamıştır. Bu değişim; kamuoyunun baskısı, uluslararası hukuk kurumlarının raporları ve Avrupa değerlerine inanan siyasi aktörlerin vicdan muhasebesiyle şekillenmiş olsa da hâlâ geç, çekingen ve parçalı bir nitelik taşımaktadır. İsrail’in 7 Ekim 2023’te Hamas saldırılarına verdiği orantısız karşılık ve devam eden askeri operasyonlar, Filistin halkı için tarifsiz bir insani yıkıma dönüşürken, Avrupa Birliği aylarca “İsrail’in kendini savunma hakkı” söylemiyle bu tabloyu örtbas etmiştir.

Oysa sahadaki gerçeklik, İsrail’in askeri operasyonlarının çok daha geniş bir hedefleme politikasına dayandığını ortaya koymaktadır. BM raporları, hastanelerin bombalandığını, yardım konvoylarının hedef alındığını ve gıda yardımının adeta bir silaha dönüştürüldüğünü belgelemiştir. Dünya Sağlık Örgütü, en temel tıbbi yardımların dahi ulaştırılamadığını bildirirken, uluslararası gözlemciler beş yüzün üzerinde sivilin yalnızca yardım kuyruklarında hayatını kaybettiğini aktarmıştır. Tüm bunlara rağmen, Almanya başta olmak üzere pek çok AB üyesi ülke, İsrail’e yönelik eleştirilerde sessiz ya da son derece ölçülü davranmıştır.

Ancak bu durum değişmektedir. İspanya, Norveç ve İrlanda‘nın Filistin devletini tanıması, Fransa ve İngiltere‘nin benzer adımlara sıcak yaklaşması ve Avrupa Parlamentosu‘nda yapılan sert konuşmalar, Avrupa’da bir kırılma yaşandığını göstermektedir. Özellikle İspanya Başbakanı Pedro Sanchez‘in, Gazze’deki durumu açıkça “soykırım” olarak nitelendirmesi, bugüne dek AB içinden gelen en net ve siyasi anlamı en güçlü çıkışlardan biri olarak öne çıkmaktadır. Bu açıklamayı, AB-İsrail Ortaklık Anlaşması’nın askıya alınması çağrısı izlemiş ve İspanya, bu anlaşmanın artık sürdürülemez olduğunu açık biçimde ortaya koymuştur. Madrid hükümeti ayrıca İsrail’le yapılan askeri ve ticari anlaşmaları iptal etmiş, mühimmat alım sözleşmelerini sonlandırmış ve İsrail’e yönelik silah ambargosu çağrısında bulunmuştur. İspanya, bu doğrultuda İsrail’e yönelik tüm askeri ihracatı da durdurmuştur. Fransa, İtalya, Portekiz ve İspanya, büyükelçilerini Tel Aviv’den geri çağırmış; Belçika ile birlikte İsrail’in Gazze’deki operasyonlarını uluslararası hukuka aykırı bularak siyasi ve ekonomik tepkilerini artırmıştır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Türkiye-İspanya İş Forumu’nda İspanya’nın bu tutumunu açıkça takdir etmiştir. Erdoğan, Pedro Sanchez’in ilkeli ve dirayetli duruşunun yalnızca İspanyol halkı nezdinde değil, Filistinliler ve Türk kamuoyu açısından da saygı uyandırdığını ifade etmiştir. Sanchez’in bu tutumu, sadece sembolik değil, aynı zamanda siyasi bir ağırlık taşımakta ve Avrupa içinde farklı bir ahlaki eşiği temsil etmektedir. Madrid yönetimi, Avrupa’da kaybedilmekte olan inandırıcılığı ve insani sorumluluğu yeniden hatırlatan istisnai bir rol üstlenmektedir.

Bunun yanı sıra Avrupa Birliği, İsrail ile 68 milyar avroluk ticari hacmi bulunan geniş kapsamlı bir ortaklık sürdürmektedir. Bu anlaşma, insan haklarına saygı yükümlülüğünü de içermektedir. Ancak bugüne kadar bu yükümlülük, yalnızca kâğıt üzerinde kalmıştır. AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas, Gazze’deki insani durumun düzelmemesi hâlinde İsrail’e karşı yaptırımların gündeme gelebileceğini söylemiştir. Temmuz ayında alınması beklenen kararlar, AB’nin İsrail ile ilişkilerinde yeni bir dönüm noktasını oluşturma ihtimalini taşımaktadır. Ancak burada temel sorun, AB içindeki derin bölünmüşlüğün sürüyor olmasıdır.

Almanya, Avusturya, Macaristan gibi ülkeler, İsrail’e yönelik herhangi bir yaptırım fikrine karşı direnç göstermektedir. Bu ülkeler; tarihsel sorumluluklar, dış politika öncelikleri veya ideolojik gerekçelerle daha temkinli bir çizgide yer almaktadır. Özellikle Macaristan, İsrail’e koşulsuz desteğini yalnızca siyasi söylemlerle değil, somut diplomatik adımlarla da ortaya koymaktadır. Nitekim Macaristan, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) İsrail Başbakanı Netanyahu hakkında tutuklama emri çıkarmasının hemen ardından, mahkemeyi “siyasi bir yapı” olarak nitelendirerek 2025 yılı Haziran ayında Roma Statüsü’nden çekilme sürecini resmen başlatmıştır. Bu adım, Macaristan’ı UCM’den çekilen ilk Avrupa Birliği ülkesi hâline getirmiştir ve aynı zamanda uluslararası ceza adaletine yönelik AB içi birlikteliğe doğrudan bir meydan okuma niteliği taşımaktadır. Buna karşın; İspanya, Belçika, İrlanda gibi ülkeler Gazze’deki durumu uluslararası hukuk ve insan hakları çerçevesinde değerlendirerek daha sert adımlar atılmasını talep etmektedir. Bu bölünmüşlük, Avrupa’nın dış politikasında ortak bir çizgi belirlemesini zorlaştırmakta ve bir kez daha AB’nin kriz anlarında “etkili ve tek sesli” olamama zaafını gözler önüne sermektedir.

Haziran 2025’te düzenlenmesi planlanan ve Fransa ile Suudi Arabistan’ın eş başkanlığını yapacağı BM Yüksek Düzeyli İki Devletli Çözüm Konferansı da bu parçalı ve çelişkili yaklaşımın başka bir yansımasıdır. Konferansın başlıca hedefi Filistin devletinin tanınmasıydı. Ancak İsrail’in güvenlik kaygıları, Hamas’ın elindeki rehineler ve “geri dönüş hakkı” gibi konular nedeniyle bu hedef geri plana atılmış ve konferans süresiz ertelenmiştir. Bu erteleme, barış sürecine dair umutları zayıflatırken, Avrupa’nın bölgesel diplomasi konusundaki etkisizliğini bir kez daha tescillemiştir.

Bütün bu gelişmeler içinde Almanya’nın pozisyonu da özel önem taşımaktadır. Zira Almanya’nın İsrail’e yaklaşımı, yalnızca güncel dış politika önceliklerinden değil, aynı zamanda geçmişin tarihsel suçluluk duygusundan beslenmektedir. Holokost’un anısı, Almanya’da İsrail politikalarının sorgulanmasını neredeyse siyasi bir tabu hâline getirmiştir. Bu tarihsel bağlam, Berlin’in Gazze’deki ağır insan hakları ihlalleri karşısında dahi son derece temkinli ve dikkatli bir söylem benimsemesine neden olmaktadır. Şansölye Friedrich Merz ve Dışişleri Bakanı Johann Wadepuhl’un sivillerin hedef alınmasını eleştirmesi ve iki devletli çözüme vurgu yapması, dengeli bir politika arayışının işaretidir. Ancak Almanya’nın hâlâ silah ambargosu veya AB-İsrail anlaşmasının askıya alınması gibi yaptırımlara açık destek vermemesi, bu değişimin ne kadar sınırlı kaldığını göstermektedir. Tarihsel travmaların gölgesinde şekillenen bu temkinli duruş, Almanya’yı Avrupa’nın ortak ahlaki reflekslerinin önünde bir fren konumuna yerleştirmektedir.

Eski AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in ifadesiyle Avrupa artık “gözlerini kapatıp para vererek” Ortadoğu’daki krizleri geçiştiremez. AB, kendi güvenliği, ahlaki inandırıcılığı ve uluslararası saygınlığı için bu krizde daha somut adımlar atmak zorundadır. Filistin’i tanımak, silah satışlarını durdurmak, AB-İsrail anlaşmasını askıya almak ve Uluslararası Ceza Mahkemesi kararlarına saygı duymak gibi adımlar, hem Avrupa’nın değerlerine hem de sahadaki acı gerçekliğe karşı sorumluluğunun gereğidir. Aksi takdirde Avrupa, yalnızca İsrail’in Filistin’e yönelik ihlallerine değil, aynı zamanda kendi ahlaki iflasına da tanıklık etmiş olacaktır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu