CEM SANCAR / Aşkın treni kaçınca

Nasıl bir trendi o? Bir orman kokusuyla gelirdi, bir metal durduğu zaman oflayarak istasyonda, evden kovulmuş şişman bir Trakyalının yaka bağır açmış kıpkırmızı alkolik, pencereden sarkışını hatırlarım. Neyin var demiştik de en büyük aşkımla, çok içtim demişti de… Bu yaz günü öğle sıcağında niye be amca diyerekten su şişesini dökmüştük başına, sonra bileklerini kolonyayla ovalayarak Sirkeci‘ye kadar başında…
Biraz kendine geldiğinde krem rengi gömleğinden fışkıran kır tüylerle, “yaram var be çocuklar!” deyip de…
Ah öyle işte…
***
Ne trendi ama, maceramız vagon vagon dizilir şimdi. Binip Küçükçekmece‘ye kadar gider geri dönerdik o kızla. Nâzan’la.
Sardunyalar gibi narin, billur teninde birer Zümrüdüanka, çakardı gözleri. Saçını kısa kestirirdi. Dolgun, siyah bir nehir oyalanırdı saçlarında, güldü mü gamzeleri hızlı bir teleferik, yukarlardan gelip delip geçerdi göğüs tahtamdan. Dönüp arkama bakmak isterdim gayriihtiyari. Nereleri yaktı acaba şimşekleri?
Bir keresinde bomboş tren, ayaklarını karşı koltuğa uzatmıştı da önüme bakıp huzursuzlanmıştım. “Utanıyor musun?” demişti bana. “Devrimciyiz biz ama. Asi taraflarımız var, biliyorsun.”
“Yine de başkası oturacak bizim gibi, terli bir emekçi, yazık değil mi?”
“Sen ne güzel bir çocuksun ya!” diyerekten tebessüm etmişti de blucinlerle uzun bacaklarını saklayarak, utanma duygumun onun tarafından onaylanmasına nasıl sevinmiştim anlatamam. Çünkü utanmayı bir küçük burjuva âdeti olarak görüyordu bizimkiler, ne bileyim aristokrat bir eda. Oysa anneannem mahcubiyet bir erkeğin faziletidir demişti. Kadının ise ziyneti. Ama işte devrim Bulgar romanlarıyla gelince, bir ilkokul cehaletiyle gelince Stalin diyalektiği, Marksizm‘in İbn Teymiye şubesi. Vandal bir gerilla, Küba falan uydur kaydır, atmasyon…
Silahlar sürülünce ortaya bütün fikir âşıkları, sokak filozofları filan ıskartaya çıkmıştı. Kalın kafalı kana kan bir şiddet, devletin bodrumlarında acımasız entrikalarla kışkırtılarak, serbest düşünce dobra tartışma okuma ve öğrenme taca çıkarılmıştı. Silahlı kazuletler sözleri kesmiş, akıl… istenmeyen bir kavram ilan edilmişti.
Silaha içimde bir ses “asla” demişti ama, silahlar patlıyordu her yanda. Ölümler, masum gençlerin kurşunlanması, iple boğulması. Her yurttaşın fişinde acilen bir vatan haini damgası.
Anneannemin azametli Geylânî gıdası, bilincimin kaz adımlı varoşunun eline düşüp kör kuyularda merdivensiz kalmıştı…
***
Fakat o kız, ruhları yaralı insanların hayâllerindeki seraplar kadar olmayacak güzellik, bana o trende gamzelerini, kıyısız okyanusların sihirli zümrüdünü çağıran gözlerindeki kızıl kıvılcımlarla bir şefkat ve anlayış olarak fırlatınca…
Mahcubiyetten dilim tutulmuştu, aşktan. Dilim, sanki kalbimden yükselen volkan patlamasında yanıp kül olmuştu da heykel gibi kalıvermiştim oracıkta. Ne demeliydim şimdi ben bu kıza?
Hak etmediğim bu güzellik karşısında.
Hak etmediğim evet. Çilekeş anamın sırtına binmiş, bitmiş tükenmiş hayırsız bir baba, her gece kavga…
Böyle bir eve nasıl götürürdüm bu kızı, alın işte evleneceğim ışığı tanıyın diye? Nasıl götürürdüm böyle bir yere? Evde odamdan çıkmıyordum, konuşmuyordum yıllardır. Kitaplarımla yalnız… Öyle…
Asfalt çatlatan o yaz günü pencerelerden ılık bir rüzgâr genç bedenlerimizi yalıyor, lokomotif hafif tıngırtılarla yol alıyor, gözlerimizin önünden şirin evler, ağaçlar ve yüzmelere doyulmaz bir deniz geçiyor, kız bana uzun kirpiklerinin altından gülerek bakıyor, benim ise içimde velveleler kopuyordu.
***
Daha çok gençtik. Öyle gençtik ki sivilcelerim tam geçmemişti. Diğer abilere benzemek için gömleğimdeki iki düğmeyi yeni açmıştım. Uzandım elini tuttum. O da diğer elini elimin üstüne koydu. Yine öyle içimi okuyan kadife bakışlarla.
Baktı baktı baktı. Eli avucumdaydı. İpek bir gömlek giymişti. Teni bir mermerin duruluğunda. Eflâtun küpeleri yoktu kulağında. Fark etmeme sevinmişti. “Küpelerimi çıkardım” demişti, “yakışmaz bize öyle gösteriş falan.” Burjuva işler demiştim. “Evet” deyip yine gülmüştü. Gülünce, biçimli çenesinde dudakları bir zambak, yanaklarına yayılıyor, yüzü genişliyor, başka bir kutsal varlığa dönüşüyor, bana ne diyeceğimi unutturuyordu.
“Söyle” dedi “hadi söyle!”
“Lütfen birbirimizin olalım, evlenip birlikte yürüyelim, gel bitsin bu kargaşa, gel şenlik ol bana,” demek istiyordum ona. “Gel birlikte büyüyelim, gel gelmeyen ne varsa bu hayatta, hepsinin adıyla gel…”
Diyemedim…
Ekonomi-politik falan, alt yapı üst yapıyı nasıl belirler onu anlattım şapşal gibi. Elimi bıraktı, pencereden uzaklara daldı. İşte tam o sırada hayatta kaçırılmış trenler kadar ekşi bir ter ensemden aşağıya bidonlarla aktı…
***
O zarif varlık cunta yıllarında aklını yitirdi. Ailesi onu yabancı diyarlara gönderdi.
Öğle vakitleri haftalarca, ıssız vagonlara bindim ben, o kanayan yaramla.
Tren bir kere kaçınca ama… ağlamak boşuna.