YAZARLAR

İLKER GEZİCİ / Hız ve tutkunun peşinde

Hız tutkunlarını, araba yarışı meraklılarını ve tabi ki Brad Pitt hayranlarını heyecanlandıracak F1 Filmi vizyona girdi. Eski bir Formula 1 pilotunun, zor durumdaki bir takımı yeniden ayağa kaldırmasını ve yetenekli bir genç sürücüye rehberlik etmesini konu edinen film, türün tüm klişelerini barındırsa da, vızıltısı yüksek olsa da daha ilk dakikadan itibaren sizi koltuğunuza yapıştırmayı, soluksuz bir seyir sunmayı başarıyor. Bunda yönetmenin payı çok büyük. Joseph Kosinski, Top Gun: Maverick’teki havacılık estetiğini pistlere başarıyla taşıyor. Ancak bu kez gökyüzü yerine asfaltın üstünde, virajlarda ve pit stop’larda adeta kalp atışlarımızı hızlandırıyor. Film, sinematografisiyle yarış sahnelerinde yalnızca göz değil, beden de yoruyor. Araçların titreşimi adeta koltuğunuzdan geçip vücudunuza sızıyor. Bir sinemasever olarak Paribu Cineverse’ün IMAX salonlarında, 270 derecelik çok perdeli ScreenX teknolojisiyle izlemenizi tavsiye ederim.
Filmin konusuna gelirsek Oscarlı oyuncu Brad Pitt filmde eski Formula 1 itibarıyla geçinmeye çalışan Sonny Hayes karakterini canlandırıyor. Paranın maddiyatın ve kupaların kendisi için hiçbir önemi olmayan Hayes, eski takım arkadaşı Ruben Cervantes (Javier Bardem) tarafından ikna edilip yeniden Formula 1’e döner… Ancak orada da çaylak bir pilota vardır. Bir yandan O’nun egolarıyla diğer yandan kendi hırsıyla boğuşur. Hayes’in varlığı genç yetenek Joshua Pearce (Damson Idris) için hem bir ilham hem de meydan okuma oluyor. Film, bu iki karakter arasında gidip gelen ego, hırs ve dostluk ilişkisini güçlü bir dramatik çatıda işliyor. Özellikle Pitt’in gözlerinde hem geçmişteki kazaların izini hem de yaşa rağmen bitmeyen tutkuyu görebiliyoruz. Idris ise gençliğin gözü karalığını sonuna kadar yansıtıyor. Takıma dahil olduğunda herkesin dalga geçtiği, kimsenin inanmadığı Hayes, yarış sırasında uyguladığı taktiksel yöntemleriyle takıma puanlar kazandırmaya başlıyor ve vazgeçilmez olduğunu ispat ediyor.

KEMERLERİNİZİ BAĞLAYIN
Javier Bardem, takım patronu rolünde sahneleri çalarken; Kerry Condon‘un mühendis rolündeki sakin ama kararlı duruşu filmin duygusal dengesini sağlıyor. Tobias Menzies’in FIA yetkilisi karakteriyle getirdiği katılık ve Sarah Niles’in takım içi psikolojik dengelere yaptığı katkı, hikâyeye çeşitlilik katıyor. Ancak filmin en büyük yıldızı belki de F1’in ta kendisi. Yarış sahneleri gerçek pistlerde çekilmiş. Silverstone’dan Monza’ya uzanan sekanslar neredeyse belgesel gerçekliğinde. Filmin yapımcıları arasında yer alan dünyaca ünlü İngiliz pilot Lewis Hamilton’un dokunuşlarını her saniye hissetmek mümkün. Frenleme noktaları, telsiz konuşmaları, lastik stratejileri gibi detaylar kusursuz. Bu anlamda F1 Filmi, Hollywood’un “yüzeysel spor filmi” klişesini paramparça ediyor. Elbette film sadece hızdan ibaret değil. Yaşlanma, başarısızlık korkusu, değişen dünya, nesil çatışması ve bireysel tutkunun kolektif hedeflere nasıl hizmet edebileceği gibi konular ustalıkla işlenmiş. Filmin final yarışı ise yalnızca fiziksel değil, duygusal olarak da soluksuz izleniyor. Sonuç olarak; F1 Filmi, hem teknik anlamda nefes kesici hem de karakter derinliğiyle tatmin edici. Filmi izledikten sonra arabanızda biraz gazlama isteği duyabilirsiniz, aman dikkat. Lütfen gaza gelmeyin…

YALNIZLIĞIN GÖLGESİNDE BİR ADAM
Murat Düzgünoğlu’nun sinemasında zamanın ruhu kadar bireyin içsel çatışmaları da hep başroldedir. Yönetmenin son filmi Köpekle Kurt Arasında, bu kez bizi toplumun kıyısına itilmiş bir adamın iç dünyasında gezintiye çıkarıyor. Filmin merkezinde yer alan Orhan karakteri, işini kaybettikten sonra varoluşsal bir boşlukta savrulmaya başlıyor. En yakın dostu İzzet’in emekli olup köye dönme kararı, Orhan’ın tutunduğu son dalı da koparıyor. Ardından eski nişanlısı Aslı’nın yeniden hayatına girmesi, bir umut kapısı gibi görünse de, Orhan için bu bir toparlanma değil daha çok çözülmenin başlangıcı oluyor.

Mücahit Koçak’ın büyük bir içsel gerilimle canlandırdığı Orhan, gerçekle hayal arasında gidip gelen bir zihin yapısına sahip. Bu yönüyle film, adını aldığı “köpekle kurt arasındaki saat”i sadece bir zaman metaforu olarak değil, aynı zamanda insanın içindeki ehlileşmiş tarafla vahşi içgüdülerin çatışması olarak da ele alıyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle İstanbul ve Bitlis’te geçen film, iki ayrı mekânı da karakterin içsel yolculuğunun birer izdüşümü gibi kullanıyor. Şehirdeki kaotik yalnızlık ile taşradaki durağan boğulmuşluk, Orhan’ın zihinsel karmaşasına aynalık ediyor. Yönetmen, mekân kullanımında yalın ama etkili bir görsel dil kurarak seyirciyi karakterin ruh haline ortak ediyor.
Düzgünoğlu, hayatla kurduğu ilişki giderek çözülmeye başlayan bir adamın iç dünyasını, düşle gerçeğin birbirine karıştığı bir anlatımla aktarıyor. Orhan karakteri üzerinden modern insanın aidiyet, dostluk, aşk ve yabancılaşma gibi duygularını ustalıkla perdeye taşıyor. Ali Seçkiner Alıcı’nın canlandırdığı İzzet karakteri ise hayatla barışık görünen ama aslında kendi teslimiyetini yaşayan bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Eylül Soğukçay’ın Aslı’sı ise geçmişle geleceği aynı anda temsil ediyor hem umut hem de kapanmamış bir defter. Sonuçta, Köpekle Kurt Arasında, Türkiye sinemasında nadiren bu denli incelikle işlenen bir ruh hali filmi olarak öne çıkıyor.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu