RIFAT ÖNCEL / Türkiye-AB Güvenlik Ortaklığının Sınırları


Son dönemde gerek Rusya ile Ukrayna arasında evrilen savaşın dinamikleri gerekse de uluslararası ittifak ilişkilerinde yaşanan gelişmeler, Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasında yeni bir sinerji doğabileceğine dair bir tartışma doğurmuştur. Savaşın üç yılı aşkın süreye rağmen sürmesinin getirdiği yorgunluk ve Rusya’nın sahadaki kayıplarını telafi ettiğine yönelik istihbarat değerlendirmelerinin yanı sıra Donald Trump‘ın ikinci Başkanlık döneminde Ukrayna ve Avrupa’ya yönelik agresif baskı politikası, AB içinde Soğuk Savaş sonrası dönemde hiç olmadığı kadar karamsar bir tabloyu ortaya çıkarmıştır. Bu anlamda, Batı medyasında yeniden Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) üstün kabiliyetlerine ve Türkiye’nin Avrupa güvenliği için “önemli” bir aktör olduğuna yönelik değerlendirmeler sık sık yer bulmaya başlamıştır.
ABD‘deki yeni yönetimin yaklaşımının aksine Türkiye’nin Ukrayna’yı destekleyici tutumunu sürdürmesi ve Avrupa güvenliğine yönelik takındığı pozitif diplomatik tavır, bu düşünceleri daha da güçlendirmiştir. Ancak son dönemde reel olarak meydana gelen gelişmeler, bu algıyla örtüşmemekte; aksine antagonizma teşkil etmektedir. Bu kapsamda AB, Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından “bozucu” etki üretme gayretine (spoiler) önemli ölçüde değişen günümüz güvenlik ortamında dahi devam etmektedir. Bu durum son olarak Yunanistan ve Rum Kesiminin baskıları neticesinde Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) üyeleriyle yapılan anlaşmaya bağlanan şartlarda görülmüştür. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti‘nin TDT’ye gözlemci üye olmasından büyük rahatsızlık duyan Yunanistan ve Rum Kesimi, söz konusu durumu tersine çevirmek maksadıyla AB’yi seferber etmiştir.
İlgili TDT mensuplarının söz konusu anlaşmayı imzalama motivasyonları ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, GKRY ve Yunanistan’ın AB’yi günümüz güvensizlik ortamında dahi etkili bir şekilde kullanmayı başarabildiğini kabul etmek gerekmektedir. Kaldı ki bu durumun Türkiye ile Yunanistan’ın bir “yumuşama” içinde olduğu iddia edilen bir dönemde gerçekleştiği de hatırlanmalıdır. Tarihsel olarak Türk-Yunan ilişkilerinde yumuşama veya sakinlik olarak ifade edilen dönemlerde gerek Yunanistan’ın gerekse de Rum Kesiminin Türkiye aleyhine çeşitli girişimlerde bulunmaya devam ettiği görülmektedir. Bu anlamda yakın dönemde örneğin 2003-2010 arasında GKRY’nin Mısır, Lübnan ve İsrail ile gerçekleştirdiği ve Türkiye ile KKTC’nin haklarını ihlal eden sınırlandırma anlaşmaları incelenebilir. Dolayısıyla, Avrupa’da Rusya’ya yönelik tehdit algılamasında kayda değer bir artış görülmesine rağmen, bu durumun AB için Türkiye ile yakınlaşmayı zorunlu kıl(a)madığı anlaşılmaktadır.
Aslında Türkiye, AB üyesi birçok ülke ile üst düzeyde ifade edilebilecek güvenlik ve savunma iş birliği geliştirmiştir. 1975-78 arasında Kıbrıs Barış Harekâtı dolayısıyla Kongre baskısı sebebiyle konulan Amerikan ambargosu, esasen bu süreci teşvik etmiştir. 1980 ve 90’larda Almanya, İtalya ve İspanya gibi ülkelerle güçlenmeye başlayan savunma ilişkileri, Türkiye’nin son dönemdeki yerli savunma sanayii ekosistemi ile ivme kazanmıştır. Bu anlamda, geçtiğimiz aylarda Baykar’ın İtalyan Piaggio Aerospace’i satın alması ve müteakiben yine İtalya’nın küresel ölçekte dev savunma şirketi Leonardo ile imzaladığı iş birliği anlaşmasının yanı sıra İspanya’nın TCG Anadolu gemisinde verdiği destek ile modern jet eğitim uçağı için Hürjet’i tercih etmesi ve Portekiz’in Türkiye’den gemi satın alması gibi gelişmeler Türkiye ile belirli AB mensubu ülkeler arasındaki savunma ilişkisinin giderek güçlendiğini göstermektedir.
Ancak bu durumun, Türkiye ile AB arasında kurumsal bir savunma ilişkisine dönüşmediğini de anlamak gerekmektedir. AB içinde Almanya gibi lider aktörlerin son dönemde Türkiye’ye yönelik pozitif açıklamaları görülse de birlik tarafından oluşturulmaya çalışılan yeni savunma girişimlerinin dışlayıcı yapısı dikkat çekicidir. 12 Mart 2025’te Avrupa Parlamentosu tarafından yayınlanan savunma stratejisi belgesinde (white paper), Rusya’nın AB’ye yönelik en büyük tehdit olarak tanımlanmasından hemen sonra Türkiye’nin konu edilmesi ve Kıbrıs’ta “işgalci” bir güç olarak tanımlanması ile sözde “işgali” sonlandırmaya çağrılması anlamlıdır. Keza son günlerde Yunanistan Başbakanı Miçotakis, Türkiye’nin AB savunma projelerine katılabilmesi için “casus belli” (1995 yılında TBMM’nin, Yunanistan’ın karasularını 6 mil ötesine genişletmesi durumunda alınacak tedbirlere dair hükümete verdiği yetki) kararını kaldırması gerektiğini ifade etmektedir. Diğer bir ifadeyle Türkiye’den, AB savunma fonlarından yararlanabilmesi için en öncelikli ulusal çıkarlarından vazgeçmesi istenmektedir. Avrupa Parlamentosu’nun daha çok siyasi söylem merkezi olduğuna ve somut etkisi bulunmadığına yönelik – özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde – bir algı olmasına rağmen, geçmiş örnekler reel gelişmelerde de Yunan ve Rum tezlerinin AB anlaşma ve uygulamalarına ciddi ölçüde nüfuz ettiğini göstermektedir.
Bu politikalarıyla söz konusu aktörler Türkiye ve KKTC’ye yönelik ısrarlı bir tecrit politikası uygulamaktadır. Dolayısıyla, son dönemde Türkiye ile AB arasında “Rusya tehdidi” dolayısıyla yeni bir sinerjinin ortaya çıktığı ve paradigma kırılımı yaşandığına dair görüşler iyimser kalmaktadır. Ki bu durum sürpriz de olmamıştır zira Yunanistan ve GKRY’nin birlik üyesi olup Türkiye ve KKTC’nin dışarıda kaldığı bir denklemde yasal düzenlemelerden dolayı farklı bir tablonun ortaya çıkması beklenemez. Zira Annan Planı Referandumu sonrasında AB, verdiği taahhütlerin tam aksine aldığı kararlarla bu durumu kendisi isteyerek yaratmıştır.
Bu anlamda Türkiye, AB’den gördüğü izolasyona karşı son yıllarda ivme kazandırdığı “seçici ortaklık” stratejisini sürdürmeli; bu kapsamda İspanya, İtalya ve Birleşik Krallık’ın yanı sıra Polonya, Romanya ve Macaristan gibi Doğu Avrupa ülkeleriyle savunma ilişkisini güçlendirmelidir. Avrupa’da NATO dışında bir savunma mimarisinin oluşabilmesi, Avrupa açısından imkânsız değilse bile devasa zaman ve kaynak alacak bir girişim olacaktır. Materyal olarak ABD imkân ve kabiliyetlerinin yeri sayısal manada doldurulsa bile harbe hazırlık, harp tecrübesi, strateji ve doktrin, kamuoyu desteği, askeri kariyerin cazibesi gibi hususlarda Avrupa ordularının ciddi ölçüde zafiyet gösterdiği bilinmektedir. Bundan ötürü birlik üyelerinin çok büyük çoğunluğu stratejik otonomi gibi tartışmalara geleneksel olarak çok soğuk yaklaşmış; Trump yönetimi altında dahi kıta güvenliği açısından ABD’yi vazgeçilmez gördüklerini ifade etmiştir.
Bu kapsamda, Türkiye’nin Avrupa’da benzer güvenlik kaygılarına sahip aktörlerle AB mekanizmalarına gerek olmaksızın savunma ilişkilerini güçlendirmeyi sürdürmesi ve bunu NATO kapsamında birbirini tamamlayan sütunlar (örneğin Romanya ve Bulgaristan ile NATO Karadeniz güvenliği sütunu veya İtalya, İspanya ve Portekiz ile NATO Güney kanadı güvenliği sütunu vb.) olarak tasarlaması rasyonel bir seçenek olacaktır. Diğer taraftan Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump arasında liderlik düzeyinde görülen yakın ilişkiden faydalanılarak ABD ile savunma iş birliğinin güçlendirilmesinin (F-16 tedarik sürecinin hızlandırılması, F-35 programına dönüş koşullarının yeniden tartışmaya açılması ve CAATSA yaptırımlarının kaldırılması vb.) de diğer bir rasyonel politika tercihi olacağı anlaşılmaktadır.
Tüm bunlar Türkiye’nin “Security Action for Europe” (SAFE) gibi AB’nin yeni savunma fonlarına katılmaması anlamına gelmemektedir. Şu ana kadar edinilen izlenim Türkiye’nin aday ülke statüsü ve söz konusu mekanizmada oy birliği gerekmemesi dolayısıyla toplamda 150 milyar avro değer biçilen bu programa belirli ölçüde katılım sağlayabileceğine işaret etmektedir. Bundan dolayı gerek Yunan ve GKRY medyası gerekse siyasi liderlikleri AB nezdinde yeniden yoğun baskı politikasına başlamıştır. Türkiye’nin bu savunma pazarında ise Güney Kore, Norveç ve Japonya gibi rakipleri olacaktır. Nihayetinde AB’nin acil ihtiyaç duyduğu ve Türkiye’nin iyi bir konumda bulunduğu insansız sistemler ve mühimmat gibi konularda Türkiye ile AB arasında bir iş birliği potansiyeli bulunmaktadır. Ancak Yunanistan ve GKRY faaliyetlerinin AB politikaları üzerinde yapısal bir unsur olarak yer almaya devam etmesi, bu iş birliğinin kapsam ve derinliği üzerinde önemli derecede sınırlayıcı bir etki üretme potansiyeli göstermektedir. Dolayısıyla, Türkiye ile AB arasında savunma ve güvenlik alanında stratejik bir ortaklık için aşılması gereken zorluklar bulunmaktadır.