YAZARLAR

İLKER GEZİCİ / Küçük Prens’in yazarına yakın bakış

Antoine de Saint- Exupéry’nin 1943’te yayımlanan Küçük Prens (Le Petit Prince) adlı eserini bilmeyen yoktur. Bugüne kadar yaklaşık 500’den fazla dile çevrilmiş, 200 milyondan fazla kopya satan eser, dünyanın en çok bilinen ve okunan çocuk kitaplarından biridir. Aslında Küçük Prens’e sadece çocuk kitabı demek haksızlık olur. Zira, hem çocuklar hem de yetişkinler için yazılmış ender edebi eserlerden biridir. Yüzeyde bir çocuğun yıldızlararası yolculuğu gibi görünse de, derinlerde yalnızlık, sevgi, sorumluluk ve insan doğası üzerine evrensel bir düşünce metni yatar. Hatırlatmak gerekirse Saint-Exupéry, hikâyeyi bir pilotun ağzından anlatır. Pilot, çölde uçağının arızalanmasıyla Küçük Prens’le tanışır. Küçük Prens’in gezegen gezegen yaptığı yolculuklar boyunca tanıdığı karakterler, kral, kendini beğenmiş adam, sarhoş, iş adamı, fenerci, coğrafyacı vb. modern toplumun eleştirisidir. Bu figürler, insanın büyüdükçe nasıl anlamdan uzaklaştığını, meşguliyetlerin içinde nasıl kaybolduğunu simgeler. “Büyükler hiçbir şeyi tek başına anlayamazlar, onlara her şeyi açıklamak gerekir.” cümlesiyle kitap, yetişkinlerin dünyasını eleştirir. Küçük Prens’in çocukça soruları aslında yaşamın özünü aramaktadır. Yalnızlıkla yoğrulmuş bu yolculuk, her yaştan okuyucuya kendi iç sesini hatırlatır. Yazarın kendisi de bir pilottu ve Afrika çöllerine yaptığı uçuşlardan birinde gerçekten düşmüştü. Bu deneyimi kitapta kurguya dönüştürür. Küçük Prens, belki de yazarın içindeki çocuğun, hayat ve anlam arayışındaki yalnız bir ruhun temsilidir.

Pek çok filme konu olan kitap, en son 2015’te dijital animasyon olarak sinemaya uyarlanmış ve Cannes Film Festivali‘nde prömiyerini yapmıştı. Şimdi eserin yazarı Antoine de Saint- Exupéry’nin ilham verici hayat hikâyesi sinema perdesine taşındı. Pablo Aguero’nun yazıp yönettiği film yalnızca bir yazar biyografisi değil, aynı zamanda kayıplar, dostluk ve insan ruhunun sınır tanımayan arayışı üzerine etkileyici bir drama sunuyor. Başrollerinde Diane Kruger, Vincent Cassel ve Louis Garrel’in yer aldığı film, posta taşıyan bir uçağın pilotluğunu yapan ve And Dağları‘nda kaybolan Henri Guillaumet’i (Vincent Cassel) bulmaya çalışan yakın arkadaşı Saint- Exupéry’nin (Louis Garrel) çabasını anlatıyor. 1930’da Antoine de Saint-Exupéry, Arjantin‘deki Aéropostale’de pilottur. En yakın arkadaşı ve tartışmasız Aéropostale’nin en iyi pilotu olan Henri Guillaumet, And Dağları’nın üzerinden daha kısa bir uçuş rotası ararken uçağı düşer. Bu durum üzerine Saint-Ex, onu aramaya karar verir. Bu süreçte ona Guillaumet’nin eşi Noëlle destek olur. Bu umutsuz görünen arayış ikiliyi kendilerini aşmaya zorlar. Diane Kruger, Saint-Exupéry’nin hayatındaki en önemli kadın figürlerden biri olan eşi Noelle ‘ye hayat veriyor. Sanat yönetimi, kostümler ve müzikle dönemin atmosferi başarıyla yansıtılırken, hikâye yalnızca bir arayış değil, aynı zamanda hatırlamak ve bağ kurmak üzerine kurulu dokunaklı bir anlatı sunuyor. Film, Küçük Prens’in felsefi mirasını yaşatan sahneleriyle edebiyat ve sinema arasında güçlü bir köprü kurarken, Saint-Exupéry’nin onun içsel dünyasını ve eserlerine ilham veren deneyimlerini gözler önüne seriyor. Dostluğun önemine vurgu yapan film, zaman zaman düşük temposuna rağmen, Saint- Exupéry’nin hayatını ve Küçük Prens’in arka planını daha derinlemesine keşfetmek isteyenler için tavsiye edebilirim.

KÜLT FİLM BABA YENİDEN VİZYONDA
Sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış, hemen her sinemaseverin ilk 10 film listesinde üstlerde yer alan bol ödüllü rekortmen film Baba (The God Father), yeniden vizyonda. Francis Ford Coppola imzalı 1972 yapımı film, 1940’lar ve 50’lerin Amerikası’nda, bir İtalyan mafya ailesinin destansı öyküsünü anlatır. Kendisinden sonraki pek çok mafya filmine ilham olan bu kültü filmini çoğu sinemasever izlemiştir ancak, Corleone ailesinin hikayesini beyazperdede izlemek ayrı bir keyif olacaktır. Mario Puzo’nun romanından uyarlanan film, yüzeyde suç dünyasının kurallarıyla hareket eden bir ailenin hikâyesini anlatsa da, özünde güç, sadakat, ihanet ve dönüşüm temalarıyla örülü bir tragedya sunar.
Filmin merkezinde Don Vito Corleone vardır. Marlon Brando’nun sadece fiziksel değil, ruhsal olarak da ete kemiğe büründürdüğü bu karakter, şiddetle merhametin, sevgiyle tehdidin arasındaki sarsıcı dengeyi temsil eder. Brando’nun düşük tonda konuşan, düşünerek nefes alan bu figürü, sadece bir mafya lideri değil, aynı zamanda eski dünyanın onuruyla yeni dünyanın çürümesi arasında sıkışmış bir baba figürüdür. Ancak Baba’nın gerçek anlatısı, Michael Corleone (Al Pacino) karakterinin dönüşümüdür. Savaştan dönen bir kahraman olarak hikâyeye giren Michael, zamanla ailesinin kirli mirasına teslim olur. Coppola’nın anlatısında Michael’ın değişimi yavaş, sarsıcı ve neredeyse sessizdir. Film boyunca giderek daha çok gölgede kalan bir figür haline gelir. Gözler, yüzler, sessizlikler: Michael’ın bir oğuldan babaya, bir insandan efsaneye dönüşümünün yol haritasını çizer.
Gordon Willis’in “Prenslerin Prensi” diye anılan görüntü yönetimi, filmin atmosferini belirleyen temel yapıtaşıdır. Loş ışıklı iç mekanlar, perdeyi aralayan güneş ışığı ve gölgeler arasındaki geçişler, suçun sadece açık alanda değil, içimizde, aile sofralarında, kilise vaazlarında da sürdüğünü gösterir. Filmde şiddet kaçınılmazdır ama gösterişsizdir. Coppola, kurbanların gözünden çok tanıkların yüzüne odaklanır. Bu tercih, izleyiciyi rahatsız etmeyen bir mesafede tutmaz; tam aksine, her ölümle biraz daha içeri çeker. En ikonik sahnelerden biri olan vaftiz töreni montajı, inanç ile günah, doğum ile ölüm arasındaki keskin ironiyi sinema tarihine kazır. Nino Rota’nın unutulmaz müziği ise bu trajedinin arka planında yankılanan bir ağıttır. Tema melodisi, nostaljiyle yoğrulmuş bir geçmişin artık geri dönüşü olmayan bir dünyaya dönüştüğünü fısıldar.
Neticede Baba, stüdyo sistemine karşı yönetmen merkezli “Yeni Hollywood” döneminin en büyük başarılarından biri olmuştu. Film yalnızca kendisiyle değil, ardından gelen The Godfather Part II (1974) ve Part III (1990) ile birlikte epik bir üçleme haline geldi. Özellikle ikinci film, devam filmlerinin de başyapıt olabileceğini kanıtladı.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu