YAZARLAR

MEHMET FATİH KARA / Ankara–Seul Hattında Yeni Dönem: Türkiye’nin Uzak Doğu Diplomasisindeki Yükselen Rolü

Güney Kore Devlet Başkanı Lee Jae Myung‘un geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiği Ankara ziyareti, Türkiye’nin Asya’ya yönelik siyasi ve ekonomik açılımında önemli bir kilometre taşı oldu. Bu ziyaret, iki ülke arasındaki geleneksel dostluğun ötesinde, çok boyutlu bir ortaklık inşa etme arzusunu açık şekilde ortaya koydu. Görüşmelerde savunma sanayiinden nükleer enerjiye, yeşil dönüşümden yüksek teknolojiye uzanan geniş bir çalışma alanı belirlendi. Bu durum, uzun yıllardır dile getirilen “stratejik ortaklık” kavramının artık yalnızca iyi niyet ifadesi olmaktan çıkıp, gerçek bir iş birliği mimarisine dönüştüğü izlenimini güçlendirdi. İki ülke arasındaki ilişkiye baktığımızda Türkiye ile Güney Kore arasında zaten köklü bir güven zemini bulunuyor. Kore Savaşı ile şekillenen tarihsel hafıza, ilişkilerin duygusal boyutunu oluştururken son yıllarda savunma, teknoloji ve altyapı projelerinde kurulan yeni iş birlikleri bu dostluğu somut bir çerçeveye taşıyor. Artan ticaret, yatırımların çeşitlenmesi ve enerji güvenliğine yönelik ortak projeler, ilişkilerin sadece sembolik değil, aynı zamanda pragmatik bir derinliğe kavuştuğunu gösteriyor. Bu ziyaret bu bakımdan iki ülkenin ortak kapasite üretme iradesinin güçlü bir göstergesiydi.

Fakat Lee’nin Ankara temaslarını yalnızca ikili ilişkilerin gelişimi olarak görmek Türkiye’nin Uzakdoğu Asya‘daki potansiyelini anlamak açısından bir eksiklik olur. Ziyaret, Güney Kore’nin iç siyasetinde yaşanan değişimin ve dış politikada ortaya çıkan yeni yönelimlerin anlaşılması açısından da önemli bir bağlama oturuyor. Önceki devlet başkanı Yoon Suk Yeol’un sıkıyönetim ilan etmesi ve ardından görevini kötüye kullanması iddiası ile görevden uzaklaştırılmasının ardından yapılan başkanlık seçimini kazanan Lee Jae Myung, Güney Kore’nin gelecek dış politikası adına önemli sinyaller vermiş durumda. Yeni yönetim, eskiye kıyasla dış politikada çok daha kapsayıcı ve daha esnek bir tutum benimsiyor. Bu doğrultuda Çin, Japonya ve Kuzey Kore ile ilişkileri sert rekabetin gölgesinden çıkarıp daha öngörülebilir bir çerçeveye oturtma isteğinde. Özellikle Kore Yarımadası’nda tansiyonu düşürecek diyalog kanalları açma eğilimi, Güney Kore’nin bölgede yapıcı bir rol üstlenme arzusu taşıdığını gösteriyor. Lee’nin dış politikadaki en iddialı söylemlerinden biri, Çin ile Japonya arasındaki iletişim kopukluğunu giderme ve bu iki ülke arasında diplomatik kolaylaştırıcı rol üstlenme isteği. Ne var ki Güney Kore’nin hem Çin hem Japonya ile ilişkilerinde derin tarihsel ve siyasi yükler bulunuyor. Çin’in Kuzey Kore üzerindeki etkisi Seul için güvenlik açısından sıkıntı yaratırken, Japonya ile geçmişten miras kalan travmalar hâlâ gündelik siyaseti etkilemekte. Bu nedenle Güney Kore’nin bölgedeki büyük aktörler arasında tarafsız bir arabulucu görevi üstlenmesi ideal bir vizyon olsa da, pratikte ciddi sınırlamalarla karşılaşıyor.

İşte bu noktada Türkiye–Güney Kore ortaklığının daha geniş bir uluslararası çerçeveye yerleştiğini görüyoruz. Son yıllarda uluslararası ilişkilerde “orta güçlerin iş birliği” olarak adlandırılan bir yaklaşım giderek önem kazanıyor. Bu yaklaşıma göre, küresel siyasetin sert rekabetle şekillendiği dönemlerde orta ölçekli ülkeler, güçlerini birleştirerek hem kendilerine daha geniş bir manevra alanı açabilir hem de bölgesel istikrara katkı sunabilirler. Türkiye ve Güney Kore tam da bu profilin iki güçlü örneği: ekonomik dinamizmleri, teknolojik kapasiteleri, diplomatik esneklikleri ve bölgesel etki alanlarıyla birbirini tamamlayan aktörler. Bu çerçeve, Lee’nin ziyaretinin neden sadece ikili ilişkiler açısından değil, daha geniş bir jeopolitik düzen açısından da değerli olduğunu gösteriyor.

Türkiye ve Güney Kore, birbirlerinin eksik bıraktığı alanları tamamlayabilecek nitelikte iki ülke. Türkiye jeopolitik köprü niteliğiyle Avrupa, Asya ve Orta Doğu’ya açılan bir kavşak noktası sunarken; Güney Kore yüksek teknoloji üretimi, inovasyon kapasitesi ve gelişmiş sanayi altyapısıyla büyük bir ekonomik çekim merkezi oluşturuyor. Bu iki nitelik birleştiğinde, ortaya yalnızca ticari veya savunmaya yönelik bir ilişki değil, daha kapsamlı bir ortak stratejik vizyon çıkıyor. Bununla beraber geçtiğimiz Ağustos ayında Japonya Savunma Bakanı Gen Nakatani’nin ziyareti ile Türkiye-Japonya arasında imzalanan savunma iş birliğini genişletme anlaşması ve Çin ile Orta Koridor ve Kuşak Yol Girişimi ile beraber enerji ve altyapı alanlarındaki ortak çalışmalarını da bu ziyaret bağlamında tekrardan düşünürsek Türkiye’nin Uzak Doğu’da son dönemdeki artan görünürlüğü dikkat çekecektir. Bu noktada Türkiye’nin Çin, Japonya ve Güney Kore ile eş zamanlı olarak olumlu ilişkiler yürütmesi, bölgeyi domine eden tarihi gerilimlerin dışında kalması ve özellikle son yıllarda uluslararası krizlerde oynadığı arabulucu rol, Türkiye’nin bölgedeki potansiyelini artıran en büyük avantaj.

Bölgedeki normalleşme arayışının güçlendiği bir dönemde, dışsal ve tarafsız bir arabulucu aktöre duyulan ihtiyaç kendini daha fazla hissettiriyor. Güney Kore bu rolü üstlenmek istese de yapısal sınırlamalar buna engel olabiliyor. Oysa Türkiye hem tarihsel bagaj taşımaması hem de diplomatik esnekliği sayesinde, Çin–Japonya–Kore üçgeninde güvenilir bir kolaylaştırıcı olma potansiyeline sahip az sayıdaki ülkeden biri. Bu rolün güçlenmesi, Türkiye–Güney Kore ilişkilerindeki stratejik derinliği de kalıcı hale getirebilir. Zira böyle bir görev üstlenmek, ilişkilerin savunma ve enerji ekseninin ötesine geçerek bölgesel barış ve diplomasi merkezli bir ortaklığa dönüşmesini sağlayabilir. Türkiye’nin bu potansiyeli ise sadece Kore ile değil bölgedeki diğer önemli ülkeler ile de stratejik ortaklığın güçlendirilmesi ve sürdürülebilir bir hal alması için önemli. Nitekim çok yönlü ortaklıkların sürdürülebilir olması için yalnızca enerji veya savunma projelerinin yeterli olmadığı, değerler, dış politika uyumu ve uluslararası krizlere yaklaşım gibi alanlarda da bir denge kurulması gerekmekte.

Sonuç olarak Lee Jae Myung’un Ankara ziyareti, iki ülke arasında yeni bir dönemin habercisi olmanın ötesine geçiyor. Bu ziyaret, orta güçlerin birlikte hareket ettiğinde uluslararası siyasette nasıl etkili olabileceğine dair güçlü bir örnek sunuyor. Türkiye’nin Uzak Doğu’da barışçıl rol üstlenme potansiyeli ve Güney Kore’nin bölgesel normalleşme arayışları birleştiğinde, ortaya yalnızca karşılıklı çıkarları değil, daha geniş bir bölgesel iş birliği mimarisini şekillendirebilecek bir sinerji çıkıyor. Eğer bu potansiyel doğru okunur ve adım adım kurumsallaştırılırsa, Ankara ile Seul arasındaki ortaklık sadece iki başkentin değil, Tokyo ve Pekin’in de dâhil olacağı daha geniş bir istikrar alanının kapısını aralayabilir. Bu da Türkiye’nin Asya’da giderek daha görünür bir stratejik aktöre dönüşmesinin doğal bir sonucu olacaktır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu