HÜSEYİN ARSLAN / Kutsalın Eve Dönüşü


Modern dönem, insanı evrenin merkezi olarak gören ve bireyi anlamlandırmayı önceleyen bir dünya görüşünü beraberinde getirmiştir. Bu anlayış, klasik dönemde olayların ve olguların açıklanmasında ve onlara anlam kazandırılmasında din ve metafiziğin oynadığı merkezi rolün farkında olarak ortaya çıkmıştır. Antik ve Ortaçağ dönemde her şey, bir üst gerçeklik veya ilahi düzen çerçevesinde açıklanırken, modern dönemde bu tür bir üst otoriteye ihtiyaç duyulmadan akıl ve deneyimle her şeyin kavranabileceği düşüncesi hâkim olmuştur. Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir?” adlı makalesinde, bireyin kendi aklıyla yöneldiği bir dönemin başlangıcını işaret etmiş ve insanın bağımsız düşünme kapasitesini ön plana çıkarmıştır. Bu yüzden aydınlanmayı, insanın kılavuzluğunu kabul ettiği şeylerin terki olarak açıklamıştı. Böylece modern dönem, insan merkezli bir anlayışı ve akılcı düşünceyi ön plana çıkarmış, seküler düşünce hem toplumsal hem de siyasi düzeyde makbul hale gelmiştir.
Seküler Toplumun İnşası
Aydınlanma düşüncesiyle birlikte sekülerlik; siyaset, sosyoloji, felsefe ve eğitim gibi disiplinlerde yaygın kabul görmüş, devletlerin vatandaşlarına bu anlayışı empoze etme politikalarıyla pekiştirilmiştir. Okullardaki müfredatlardan kamu politikalarına kadar her alanda sekülerlik merkeze alınmış ve bu kapsamda bir yaşam tarzı oluşturulmaya çalışılmıştır. Birçok modern devlet, sekülerliği bir ilke olarak görmenin yanı sıra bir vatandaşlık görevi olarak benimsemiştir. Bu anlamda ülkeler dini referansları kamusal alandan uzaklaştırmayı bir misyon hâline getirmiştir. Bu süreç, 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupa ve Amerika’da belirgin bir şekilde gözlemlenmiş ve daha sonra birçok ülkeye yayılmıştır.
Bu dönemde devletler, modernleşme projelerinin merkezine sekülerliği yerleştirerek onu toplumun tüm hücrelerine nüfuz eden bir yaşam tarzına dönüştürmeye çalışmışlardır. Bu dönem, sekülerizmin kendiliğinden gelişen toplumsal bir süreçten ziyade bilinçli bir politik ajandanın ürünü olduğunun en belirgin şekilde görüldüğü dönemdi. Ulus-devletler, toplumsal çeşitliliği homojenleştirme arzusuyla sekülerliği bir tür toplumsal mühendislik aracı haline getirmişlerdir. Dolayısıyla sekülerlik, nötr bir kamusal alan idealinin ötesine geçerek toplumu kültürel, ahlaki ve zihinsel olarak yeniden şekillendirme iddiasının bir bileşeni haline gelmiştir.
Bu nedenle eğitim müfredatından sinemanın ideolojik dizaynına, görsel sanatların tematik dönüşümünden medya ve edebiyat politikalarına kadar geniş bir araç seti sistematik biçimde kullanılmıştır. Çocukluktan itibaren bireyi seküler normlarla yoğurmayı hedefleyen eğitim sistemi, dini referansların geri çekildiği bir kamusal bilinç üretmeye çalışmıştır. Sinema ve sanat ise modern bireyi tanımlamaya yönelik yeni semboller, yeni kahramanlar ve yeni değerler inşa ederek seküler toplum tahayyülünü kültürel olarak pekiştirmiştir. Böylece sekülerlik belirli bir insan ve hayat tasavvurunun da taşıyıcısı haline gelmiştir. Devletlerin bu modernleştirici çabaları, tarihsel bağlama göre kimi zaman otoriter, kimi zaman daha yumuşak yöntemlerle yürütülse de nihai amaç aynıydı: Dini referansların toplumsal belirleyiciliğini azaltmak ve rasyonel, dünyevi, bireyci bir insan modeli oluşturmak.
Kutsalın Eve Dönüşü
Ancak 21. yüzyıl, sekülerizm paradigmasının insanları anlamlandırma ve toplumsal uyum sağlama açısından yeterli olmadığını göstermiştir. Dünya; ekonomik krizler, jeopolitik çatışmalar ve sosyal gerilimlerle dolu bir dönemden geçmektedir. Günümüzde liderler, uluslararası güvenlik ve jeopolitik gerilimleri tartışırken sık sık “üçüncü dünya savaşı” söylemini kullanmakta, devletler askeri tatbikatlar ve stratejik manevralarla güçlerini göstermektedir. Hindistan ve Pakistan arasındaki kısa süreli çatışmalar veya Çin’in Japonya’ya karşı kazandığı zaferin 80. yılı kutlamaları, söz konusu savaş vurgusunun bir yansıması olarak görülebilir. Donald Trump’ın Savunma Bakanlığı’nın adını Savaş Bakanlığı olarak değiştirme girişimi yeni döneme dair sinyal vermektedir.
Savaşın, çatışmaların ve küresel krizlerin bu kadar yoğun şekilde tartışıldığı bir dönemde, sekülerliğin işlevselliği sorgulanmaya başlanmaktadır. Zira sekülerliğin, belirsizlik ve kaos ortamlarında, insanlara güçlü bir anlam ve değer dünyası sunmakta yetersiz kaldığı bilinmektedir. İnsanlar, kriz ve kayıp dönemlerinde hayata dair yönelimlerini belirleyecek manevi ve ahlaki bir çerçeve arayışına girerken, seküler değerler çoğu zaman bu ihtiyaca karşılık verememektedir. Bu bağlamda Necip Fazıl Kısakürek, “İman ve Aksiyon” ismini kitabına vermesi dikkat çekicidir. Çünkü aksiyonun yani eyleme dönük kararlılığın, inanç olmadan mümkün olamayacağı aşikardır.
Devletler, aksiyon çağında toplumsal birliği pekiştirme amacıyla kutsal değerlere referansları daha görünür hâle getirecek yeni düzenlemelere yönelebilir. Bu eğilimin güncel örneklerinden biri, ABD’de Donald Trump’ın 2024 başkanlık seçim kampanyası sırasında yaptığı mitingde Hıristiyan değerlerini savunacağını açıklamasıdır. Trump, ABD başkanı olduktan sonra 2025 yılında yaptığı bir konuşmada ise “Dini her zamankinden daha güçlü, daha büyük ve daha iyi bir şekilde geri getirmek istiyoruz.” ifadesini kullanması, dinin politik gündemdeki belirgin rolüne işaret etmektedir. Bu tür söylemler, sekülerliğin bir devlet politikası olmasından vazgeçilmeye başlandığına işaret etmektedir.
Tarihsel ve sosyolojik bir perspektiften bakıldığında, dinin modern toplumlarda tamamen ortadan kalkması olasılığı neredeyse yoktur. André Malraux’un ünlü sözü “21’inci yüzyıl ya dinsel olacak ya da hiç var olmayacak” bu gerçeği özetler niteliktedir. Devletler toplumsal bütünlüğü sağlamak için dini bir referans noktası olarak kullanabilmektedir. Bu bağlamda, dinin hem bireysel hem de kolektif yaşamın merkezinde yer alması, politik, sosyal ve kültürel alanlarda kendini daha belirgin şekilde hissettirecektir.
Devletler, sekülerliğin tek başına toplumsal bütünlüğü sağlayamadığı gerçeğiyle yüzleşirken, dinin tarihsel olarak üstlendiği rolü -toplumsal birlik, ahlaki yönelim, dayanışma duygusu, aksiyonu teşviği- yeniden devreye sokmanın yollarını arıyor. Bu durum, modern ulus-devletlerin ideolojik koordinatlarında sessiz ama derin bir değişimin yaşandığına işaret ediyor: Eskiden modernleşmenin önünde bir engel olarak görülen din, artık toplumsal istikrarsızlıkları aşmanın potansiyel bir kaynağı olarak yeniden değerlendiriliyor.



