HAŞMET BABAOĞLU / Kalp sükût ister ama zihin…


“Susmaya devam etti. Uzun bir sükût. Dakikalar geçiyor. Her an birbirimizden biraz daha uzaklaşıyorduk.”
Peyami Safa o tedirgin sessizliği böyle çarpıcı biçimde tasvir eder Dokuzuncu Hariciye Koğuşu‘nda…
“Ne onda bu büyük mesafeyi atlatmak ve ötekinin yanına varmak isteği, ne bende kuvveti vardı. Bu sessizlik içinde zaman aramızdan bir düşman gibi geçiyor.”
***
Oysa birbirini seven insanların sessizliği diyebileceğimiz bir şey de var, değil mi?
Susar ve birlikte etrafı dinleriz mesela…
Birlikte seyrederiz denizi, ormanı, dağları…
Ne gerekir bunun için?
Güven mi?
Evet!
Kalp emindir ve sükût ister öyle anlarda, bırakalım dünya “konuşsun” ister!
Sükûttan korkmak henüz ve belki hep yeterince yakın olmamaktır; öyle anlarda zihin kelimelerle oynasın, kalbi oyalasın istediğimiz hâller öne çıkıverir…
***
Max Picard köylülere özgü bir konuşma tarzını çok derinden kavramıştır, “Sessizliğin Dünyası”nda şöyle anlatır:
“Akşam vakti, köyde evlerinin önünde oturan bir adam ve bir kadın. İkisi de epeydir susmaktadırlar. O sırada içlerinden birinin ağzından bir kelime sessizliğe dökülür. Ama bu, sessizliğin kesintiye uğraması değildir. Sanki söz, sadece sessizlik orada mı, diye kontrol etmek için kapıyı tıklatmıştır.“
Bu nasıl şahane ve kendisi de “sessiz” bir tespittir, değil mi?
***
Neyse…
Ben tedirgin iki kişilik sessizliklerden yine “sessizliğin sesi” konusuna döneyim…
Geçen pazar günü şu içinde olduğumuz hiperaktif gürültü çağında “dost sessizlikler”in hâlâ var olduğunu anlatmaya çalışmıştım ya…
Yazımı okuyan kimi tanıdıklarım dümdüz ve dürüstçe “Var mı öyle şey hakikaten?” diye sordular.
Bir tek dalgaların şıpırtısının “sessizliğin sesi” olduğuna inanmış görünüyorlardı.
***
Zihinlerimiz dolu; sesler, parazitli cızırtılar, sözler, ah şu sözler…
Ellerimiz de dolu…
Cep telefonlarımızı çıkartıp hemen video kaydı yapıyoruz ve tam o anda dalgaların çakıl taşlarına usulca çarpışlarını dinlemediğimiz için…
O anda orada durmadığımız için…
Yaşanan bir şey olmaktan çıkıyor “sessizliğin sesi” ve görüntüye hapsedilmiş “güzel anlar” hâlini alıyor.
Tecrübe yok, izlenim var.
Gel de yazıklanma!


