ZAKİR AVŞAR / Belediyelerde Yönetişim Krizi: Yolsuzluk Sarmalı Ve Popülist Belediye Modeli


Yerel yönetimler, çağdaş kamu yönetimi anlayışında demokrasinin en somut uygulama alanları olarak değerlendirilir. Bu bağlamda belediyeler, hem yerel demokrasinin taşıyıcı unsurları hem de kamu hizmetlerinin doğrudan üreticileridir.
Ancak pek çoğu yargı konusu olan, davaları devam eden yolsuzluk ve yozlaşma hadiseleri başta olmak üzere, halkın yaşamını olumsuz etkileyen, basitçe çözümü mümkün iken kronikleşen ve çözülemeyen, çözümü gittikçe zorlaşan, çözülebilecek gibi de görünmeyen sorunlar özellikle CHP’li belediyelerde, belediyeciliğin özüne dair ciddi bir yönetişim krizinin ortaya çıktığını göstermektedir.
Yönetişim krizi kavramı, idari yetersizliğin yanı sıra, kurumsal işleyişin siyasal önceliklerle bozulmasını ifade eder. CHP’li büyükşehirlerde – özellikle İzmir, Ankara ve İstanbul örneklerinde – bu kriz, üç düzeyde belirginleşmektedir: Kamusal kaynakların verimsiz kullanımı veya kaynakların önemli bir kısmının yolsuzluklarla buharlaştırılması, kurumsal kapasite ve planlama zafiyeti, hizmet üretimi yerine popülist görünürlük politikalarının öne çıkması.
Kamusal Kaynak Yönetiminde Verimsizlik: Mali Disiplinin Çözülmesi
Kamusal kaynak yönetimi, yerel yönetim başarısının en somut ölçütüdür. Belediyelerin bütçeleri, halktan toplanan vergilerin yerel refaha dönüşüm sürecini temsil eder. Maalesef CHP’li belediyelerde bu mekanizma, mali sürdürülebilirlik yerine siyasal görünürlük hedefiyle işletilmektedir.
Bütçe dağılım verilerinde yatırım harcamalarının oranı düşerken, temsil, tanıtım, kültürel etkinlik ve personel giderleri artış göstermektedir. Hatta bu kaynakların çok önemli bir kısmının halka hiçbir şekilde ulaşmayacak şekilde yolsuzluk mekanizmaları üzerinden buharlaştırılması söz konusudur. Bu durum ise, belediye bütçesinin teknik bir planlama aracı olmaktan çıkarak, siyasal iletişim enstrümanına dönüştüğünü ortaya koymaktadır. Örneğin birçok belediyede yıllık konser ve tanıtım bütçeleri altyapı onarım bütçesini aşmış durumdadır. Bu, sadece bir kaynak öncelik hatası değil, kamu ekonomisi disiplini açısından yapısal bir bozulmadır. Yolsuzluk ve yozlaşmanın en bariz, kolay yolu olarak ortaya çıkmaktadır.
Mali disiplinsizlik, aynı zamanda hesap verebilirlik mekanizmalarının zayıflamasıyla da ilgilidir. Belediyelerde harcama kalemleri çoğu zaman yeterince şeffaf biçimde kamuoyuna sunulmamakta; performans denetimleri geciktirilmekte ya da sembolik düzeyde tutulmaktadır. Bu tablo, kamu ekonomisi literatüründe “politik bütçeleme” olarak tanımlanan, seçmen memnuniyetine dayalı kısa vadeli mali kararların yerel yönetişime hâkim olması anlamına gelir.
Kurumsal Kapasite Erozyonu: Liyakat Yerine Sadakat
CHP’li belediyelerde gözlemlenen ikinci temel sorun, kurumsal kapasitenin sistematik biçimde zayıflamasıdır. Belediye yönetimleri, kamu kurumlarının profesyonel niteliğini belirleyen en önemli unsur olan liyakat ilkesini büyük ölçüde göz ardı etmektedir. Son yıllarda yapılan personel atamaları, teknik uzmanlık veya yönetsel yeterlilikten ziyade siyasal aidiyet kriterlerine göre şekillenmiştir.
Bu durumun doğrudan sonucu, idari karar süreçlerinin teknik akıldan uzaklaşması ve kurumsal hafızanın erozyona uğramasıdır. Yönetim bilimi açısından değerlendirildiğinde, bu tip bir dönüşüm, kurumsal kapasiteyi sadece sayısal olarak değil, niteliksel olarak da zayıflatır. Kurum içi koordinasyon azalır, bilgi akışı kesintiye uğrar, karar süreçleri kişisel sadakat ilişkileri üzerinden yürümeye başlar.
Bu noktada CHP’li belediyelerin birçoğu, “görünür siyasetçi” üretme misyonunu, “verimli yönetici” yetiştirme anlayışının önüne koymuştur. Belediye örgütleri, teknik bir hizmet üretim mekanizması olmaktan çıkarak siyasal vitrinlere dönüşmüştür. Bu eğilim, uzun vadede kamu hizmeti kalitesini düşürmekte, kurumsal itibarı zedelemekte ve yerel yönetimlerin toplumsal meşruiyetini aşındırmaktadır. Keza, İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanları, erken bir Cumhurbaşkanlığı adaylığı yolculuğuna çıkmış, bunun için belediye imkân ve kaynaklarını seferber etmişlerdir…
İzmir: Çevresel Yönetim ve Altyapı Politikalarında Tıkanma
İzmir, yerel yönetim krizinin çevresel boyutunun en belirgin örneklerinden biridir.
Son yıllarda kent genelinde artan atık birikimi, düzensiz çöp toplama süreçleri ve geri dönüşüm oranlarının düşmesi, belediyenin hizmet üretim kapasitesinin ciddi biçimde zayıfladığını göstermektedir. Atık yönetimi politikaları, modern belediyeciliğin sürdürülebilirlik vizyonunun merkezinde yer alır. Ancak İzmir’de bu süreçler, parçalı organizasyon yapısı ve koordinasyonsuzluk nedeniyle işlevsizleşmiştir.
Çöp sorunu, deniz kirliliği yalnızca estetik bir mesele değil, halk sağlığı ve çevre güvenliği açısından da kritik bir risktir. Yaz aylarında oluşan çöp dağları, yüksek sıcaklıkla birleştiğinde ciddi hijyen sorunlarına yol açmakta, deniz kirliliği tüm şehri kaplayan kötü bir kokuya neden olmakta, deniz canlılarını öldürmektedir, tüm bunlar da yönetimsel ihmalin, iş bilmezliğin, beceriksizliğin, başarısızlığın, kötü yönetimin doğrudan göstergeleridir.
Buna ek olarak, altyapı ve ulaşım projelerinde de benzer bir plansızlık söz konusudur. Kent içi ulaşımda raylı sistem entegrasyonu tamamlanamamış, trafik sıkışıklığı kronikleşmiştir. Bu durum, planlama eksikliğinin teknik bir yetersizlik değil, önceliklendirme sorunu olduğunu göstermektedir: belediye, stratejik planlamayı refah üretmeyen, yararsız, verimsiz, gereksiz işlere yani “görünürlük üreten projelere” feda etmiştir.
Ankara: Popülist Harcama Kalıpları ve Altyapı Gerilimi
Ankara özelinde öne çıkan sorun, popülizmle teknik belediyeciliğin yer değiştirmesidir. Başkent gibi yüksek hizmet beklentisine sahip bir şehirde, su yönetimi ve ulaşım politikaları planlamadan çok tepkiselliğe dayanmaktadır. Son yıllarda yaşanan su kesintileri, baraj kapasitesi yönetimindeki eksiklikler ve altyapı yenileme çalışmalarındaki yavaşlık, kısa, orta ve uzun vadeli vizyon eksikliğini yansıtmaktadır.
Belediye yönetimi, bu teknik eksiklikleri örtmek için sıklıkla sosyal medya kampanyalarına, konserlere ve tanıtım organizasyonlarına yönelmektedir. Ancak, yöneldikleri bu yollar da kendilerine başka handikaplar üretmektedir. İnanılmaz derecede yüksek, gerçek hayatla bağdaşmayan ve asla rasyonel olmayan bir takım ödemeler hem halk nezdinde, hem de hukuksal sonuçlar doğuracak şekilde gerçekleşmektedir. Bunlar elbette bilinçli tercihlerdir ve bu tercihler, belediye popülizmi olarak tanımlanabilecek bir yönetişim biçimini ortaya çıkarmaktadır, yani, hizmet yerine algı üretimi.
Kamu kaynaklarının bu şekilde dağıtılması, “performans yönetimi” ilkesiyle açıkça çelişmektedir. Performans yönetimi, kamu sektöründe girdilerin değil çıktının — yani vatandaş memnuniyeti ve hizmet verimliliğinin — ölçülmesi anlamına gelir. Ancak Ankara’da belediyecilik, görünür etkinliklerin performans ölçütü haline getirilmesiyle birlikte, teknik anlamda ölçülemeyen bir gösteriye dönüşmüştür.
İstanbul: Büyükşehir Ölçeğinde Yönetişim Boşluğu
İstanbul, devasa ölçeğiyle belediye yönetiminin kapasite sınırlarını test eden bir metropoldür. Son altı yılda bu şehirde görülen yönetişim sorunları, yalnızca hizmet eksikliğiyle değil, kurumsal koordinasyon kaybıyla ilgilidir. Belediyeye bağlı iştiraklerin sayısının artması, fakat görev dağılımının netleşmemesi, yönetimsel bir dağınıklık yaratmıştır. Mali kontrol kaybolmuş, yolsuzluk ve yozlaşma yükseltilmiştir.
Ulaşım altyapısındaki eksiklikler, yanlışlar, bilinçli tercihler, yolsuzluklara giden harcamalar, bunlara dayalı aksamalar, bitirilemeyen raylı sistem hatları, artan trafik yükü, bakım-onarım eksiklikleri, İstanbul’un yönetim kapasitesinin zorlandığını göstermektedir. Buna karşın belediye bütçesinde reklam, iletişim ve tanıtım harcamaları oransal olarak büyümüştür. Bu çelişki, yönetişim literatüründe “kaynak önceliği inversiyonu” (resource priority inversion) olarak adlandırılan bir olguya işaret eder: yani, kısıtlı kamu kaynaklarının en çok ihtiyaç duyulan hizmet alanlarına değil, siyasal getirisi yüksek faaliyetlere yönlendirilmesi. Dolayısıyla İstanbul örneği, büyük ölçekli belediyelerde kurumsal koordinasyon eksikliğinin kamusal verimliliği nasıl dramatik biçimde düşürdüğünü gösteren tipik bir vakadır.
Ortak Payda: Yönetişim Modelinin Siyasallaşması
İzmir, Ankara ve İstanbul örneklerinde ortaya çıkan ortak tablo, belediyeciliğin teknik bir faaliyet olmaktan çıkarak siyasal bir araç haline gelmesidir. Belediye bütçeleri, seçim dönemleriyle uyumlu popülist harcamaların finansmanına dönüştürülmüş; planlama süreçleri, profesyonel idare yerine siyasi danışmanlık ağları tarafından şekillendirilmiştir.
Bu eğilim, kamu yönetimi açısından yönetişim modelinin siyasallaşması olarak tanımlanabilir. Siyasallaşma, kurumsal aklın yerine algı yönetimini koyar; uzun vadeli sürdürülebilirliği feda eder.
Son tahlilde yerel yönetimler, vatandaşın günlük yaşama kalitesini yükseltmekten çok, siyasi imajı parlatma platformlarına dönüşür.
Bu modelin sürdürülebilirliği ise mümkün değildir; çünkü siyaset kısa vadeli, kamu yönetimi ise uzun vadeli rasyonaliteye dayanır.
Belediyecilikte Rasyonel Dönüşüm İhtiyacı
CHP’li büyükşehirlerde gözlemlenen kriz, temelde bir “belediye başarısızlığı” değil, bir yönetişim paradigması sorunudur. Kurumsal kapasite erozyonu, kaynak verimsizliği ve popülist harcama kültürü, modern belediyeciliğin üç temel direğini — etkinlik, verimlilik ve hesap verebilirlik — zayıflatmıştır. Gerçek belediyecilik, vitrin projelerinden değil, sade ama işleyen sistemlerden oluşur: temiz suyun kesilmemesi, çöpün zamanında toplanması, trafiğin akması, sosyal hizmetlerin adil biçimde ulaşması. Bu standartlar sağlanmadığında, konserlerin, afişlerin ve tanıtım kampanyalarının hiçbir anlamı kalmaz.
Türkiye’nin büyükşehirleri, sürdürülebilir yerel yönetim kapasitesi için artık ideolojik değil, rasyonel bir yönetişim reformuna ihtiyaç duymaktadır. Bu reformun temelinde şeffaf bütçe yönetimi, liyakat temelli kadrolaşma, performans ölçüm sistemleri ve kaynakların stratejik önceliklere göre tahsisi yer almalıdır. Aksi halde yerel yönetimler, halkın refahını değil, siyasal prestij rekabetini finanse eden kurumlara dönüşmeye devam edecektir. Bu da belediyecilikte değil, demokraside bir gerileme anlamına gelir.