İş insanı Murat Ülker İtalya izlenimlerini aktardı! Rönesans’ın izini sürdü; fotoğraflar eşliğinde irdeledi

Türkiye’nin önde gelen iş insanlarından Murat Ülker, dört haftalık İtalya gezisindeki izlenimlerini kaleme aldı. Orta Çağ ve Reform arasındaki tarihsel dönem olarak bilinen Rönesans’ın izini süren Murat Ülker, “Rönesans neden İtalya’da doğdu?” sorusunun yanıtını ve Rönesans’ın günümüze yansımalarını fotoğraflar eşliğinde detaylı bir şekilde irdeledi.
Murat Ülker, Rönesans’ı ileri taşıyan isimler başta olmak üzere yazısında konuyla ilgili dikkat çeken bilgiler paylaştı.
İşte Murat Ülker’in İtalya gezisinden izlenimleri
Floransa – Medici Laurentian Kütüphanesi
Fotoğraftaki heykel, Floransa’daki Medici Laurentian Kütüphanesi’nin (Biblioteca Medicea Laurenziana) girişinde bulunan Paolo Giovio Anıtı.
Heykel, Rönesans dönemi tarihçisi ve hümanisti Paolo Giovio’ya (1483–1552) adanmış. Como doğumlu olan Giovio, “Nocera Piskoposu” unvanıyla da bilinirmiş. Bu anıt, ölümünden 20 yıl sonra, 1573’te Cosimo I de’ Medici’nin desteğiyle yapılmış.
Malumunuz, Medici ailesi Rönesans’ın muhteşem kütüphanesini kuran hanedan. Floransa’da mutlaka görülmeli.
Fakat beni en çok şaşırtan şey, bu azametli heykelin ayağının altında kitapların yer alması!
Acaba kasıt neydi? Bilginin üzerine yükselmek mi, yoksa dünyevi bilgeliği aşmak mı?
Bu bana atüdçü Kemal Tahir’in bir deyişini hatırlattı. Niçin Batı Osmanlı’ya galebe çaldı diye sorulunca, Osmanlı bir kristaldi, Batı ise taş; çarpışınca iki medeniyet paramparça etti kristali taş demiş.
Bizde yazılı kağıt yerde görülse, bir parça ekmek gibi tazimle alınır, kaldırılırdı.
Rönesans, insanın kendine yeniden bakmayı öğrenmeye başladığı bir dönemdi. 15. asırda İtalya’da başlayan bu dönemin en büyük özelliği hayatta düşüncenin alanının artık daha genişlemiş olması. O devir Hristiyanları artık yalnızca inancıyla değil; aklıyla, gözlemiyle, kişiliğiyle de dünyayı anlamaya yöneliyor. İnsanlar daha görünür, fikirler daha cesur ve şehirler daha açık hale geliyor.
Bu dönüşümün merkezinde birey var. İnsanı tarihsel, düşünsel ve estetik bir “özne” olarak görmeye başlaması ile bir hükümdarın karakteri, bir sanatçının dünyaya bakışı ya da bir bilim insanının merakı artık başlı başına önem kazanıyor. Kimi zaman resimle, kimi zaman mimariyle, kimi zaman bilimle ama her durumda birey üzerinden ifade bulan bir hareket olmuş Rönesans.
Tabii uzun süredir yerleşmiş anlayış biçimlerini sorgulayan ve değiştiren bu süreç, yalnızca kitaplarda, tuvallerde ya da saraylarda kalmadı; sokağa da yayıldı: atölyeler, kütüphaneler ve meydanlar hatta evler bile bu yeni düşünce biçiminin bir parçası haline geldi. Dönemin ruhu, fikrin de ötesine geçerek yaşanan, hissedilen, hayatın içerisine giren ve değiştiren bir şey olarak şekillendi.
Neden İtalya?
Rönesans’ın İtalya’da başlaması bir tesadüf değil. Günümüzde İtalya’nın bulunduğu topraklar, tarihin eski dönemlerinden beri hareketli bir yapıya sahipti. Şehir devletleri birbirinden bağımsız yaşıyor, hem rekabet ediyor hem de birbirini kültürel olarak tetikliyordu. Hal böyle olunca, güç sürekli olarak farklı kesimlerin arasında el değiştiriyordu; soylular, tüccarlar, bankacılar… Etki alanı genişleyen bu gruplar siyasette ve yönetimde etkinlerdi; ancak fikir ve sanat dünyasında da kendilerini göstermek istediler; sanatçıların desteklenmesi, bilimsel tartışmaların teşvik edilmesi ya da sanata veya bilime hizmet edecek yeni yapılar inşa ettirmek birer güç gösterisine dönüştü.
İtalya’da “birey” fikri yavaş yavaş belirginleşmeye başladı. İnsanlar oluşturdukları kimliklerini kökenlerine sıkıştırmayı bırakmış; yaptıkları işler, ürettikleri değer ile anılmaya başlamışlardı. Takdir edersiniz ki böyle bir ortamda sanatçının toplum nezdindeki konumu da değişti. El işçilikleri ve uzmanlıkları kadar, düşünceleriyle ve dünya görüşleriyle de anılmaya ve anlaşılmaya başlandılar. Ülkedeki siyasetin belirsizliği ve güç mücadeleleri, bireylerin ayakta kalabilmek için daha çevik, daha yaratıcı ve daha cesur olmalarını gerektiriyordu. Sanat bu noktada bir ifade biçimi rolü üstlenerek, atölyelerden ve saraylardan çıkıp sokağa yayıldı. Heykeller meydanlara yerleşti, freskler binaların cephelerini kapladı. Şehirler yalnızca yaşanılan yerin ötesine geçerek, düşüncenin ve sanatın sergilendiği mekanlar haline geldi.
Antik Roma mirası da bu sürecin bir parçasıydı. Eski metinler, yapılar ve heykeller, İtalyan şehirlerinde yeni bir estetik ve düşünce arayışını besledi. Antik geçmişle kurulan bu yakınlık, Rönesans’a ilham verdi. Şimdi Rönesans’ı ileriye taşıyan isimleri birlikte tanıyalım.
Rönesans’ı İleri Taşıyan İsimler
Filippo Brunelleschi: Santa Maria del Fiore’nin Mimarı
Santa Maria del Fiore
Floransa’nın ortasında yükselen Santa Maria del Fiore, yüzyıllarca eksik kalmıştı. Koca katedralin tam üzerinde bir boşluk vardı. Bir kubbe yapılacaktı, evet… Ama kimsenin nasıl olacağına dair bir fikri yoktu.
Brunelleschi hayatına önce kuyumculukla başladı, sonra gözünü daha büyük işlere dikti. Kaybettiği bir yarışma onu Roma’ya götürdü. Orada Donatello’yla antik yapıları inceledi, klasik dünyadan ilham aldı. Döndüğünde Floransa’nın göğe açılan boşluğunu doldurmaya kararlıydı.
Kubbeyi inşa ederken yeni bir teknik geliştirdi. İç içe geçmiş çift kabuklu bir yapı, sekiz büyük kaburga ve tuğlaların özel bir düzende dizilmesi… Sonuç olarak ortaya çıkan ne iskeleye ne de dış desteğe ihtiyaç duyan, kendi ağırlığıyla ayakta duran bir mühendislik harikası. Santa Maria del Fiore’nin kubbesi, tamamlandığı günden bu yana Floransa’nın siluetini ve Rönesansın başlangıcını tanımlıyor.
Brunelleschi yalnızca kubbeyle yetinmedi. Ospedale degli Innocenti, San Lorenzo Bazilikası ve Pazzi Şapeli de onun imzasını taşıyor. 1446’da öldüğünde Floransalılar onu kendi kubbesinin altına gömerek onurlandırdılar.
Donatello: Taşa Hayat Veren Usta
Donatello, Floransa sokaklarında büyüdü. Genç yaşta ünlü Rönesans heykeltraşı ve sanatçısı Lorenzo Ghiberti’nin yanında çalışmaya başladı ve o dönemde üretilen bronz kapılarla tanıştı. O diğer sanatçıların aksine yalnızca dini tasvirler ya da dekoratif figürler değil, gerçekten yaşayan ve düşünen insanlar yaratmak istiyordu.
İlk önemli işi St. Mark heykeliydi. Kıyafetlerin vücut üzerindeki ağırlığını gösteren kıvrımlar, dengede duran bir bedenin doğal duruşu… Gerçekten muazzam bir eser. Ardından Feast of Herod adlı rölyefi geldi. Brunelleschi’nin perspektif anlayışını heykelde kullandı ve sahneye derinlik kazandırdı. Bu eser, izleyicisini sanki olayın içine çekiyordu.
David heykeli, Orta Çağ’dan beri görülmeyen, serbest duran bir çıplak figür, Rönesans’ta çıplak insan bedenine geri dönüşün simgesiydi. Aslında ilk Davud heykelini Bronz’dan yapan Donatello. Ama Michelangelo’nun David heykeli bugün daha ünlü.
Padua’daki yıllarında yaptığı Gattamelata ile bu kez at üstünde bir komutanı betimledi ve antik Roma’daki süvari heykellerinin ruhunu gününe taşıdı.
Taş, bronz ve ahşap Donatello’nun ellerinde farklı bir dile kavuştu. Beyaz kavak ağacından oyduğu Mary Magdalene, muazzam bir eser. Donatello, duyguları da ortaya çıkarmayı başaran bir sanatçı.
1466’da öldüğünde San Lorenzo’daki Medici ailesi mezarlığında, Cosimo de’ Medici’nin yanına gömüldü. Donatello, sanatın bir zanaat olmaktan çıkıp düşüncenin ifadesine dönüştüğü o dönemin en güçlü temsilcilerinden biriydi.
Cosimo de’ Medici
Cosimo de’ Medici, o zamanlar başlı başına bir ülke sayılan Floransa’yı dönüştüren isimlerden biriydi. Medici Bankası, onun döneminde Avrupa’nın en büyük finans kuruluşuna dönüştü. Bu servet, şehrin sanat ve mimariyle yeniden şekillenmesini sağladı.
Cosimo, Brunelleschi ve Donatello gibi ustalara destek verdi. San Lorenzo Bazilikası, San Marco Manastırı ve Palazzo Medici, onun yatırımlarıyla ortaya çıktı. Donatello’nun bronz David heykeli, Palazzo Medici’nin avlusunda ilk kez sergilendi.
Siyasette dikkatli ve hesapçıydı. Rakiplerini sürgüne gönderdi ama Floransa Cumhuriyeti’nin kurumlarına dokunmadı. 1439’da Floransa Konsili’ni şehre taşıyarak burayı diplomasi sahnesine çevirdi.
Ölümünden sonra Floransalılar ona “Pater Patriae” yani “Vatanın Babası” unvanını verdiler. Medici ailesinin şehrin üzerindeki etkisi onunla başlıyordu.
Lorenzo de’ Medici
Lorenzo de’ Medici, Floransa’da hem siyasetin hem sanatın en güçlü figürlerinden biriydi. Dedesi Cosimo’nun çizdiği yolda yürüdü. Genç yaşta diplomasi deneyimi kazandı, klasik eğitim aldı ve sanatla iç içe büyüdü.
1469’da aile içi ittifakları güçlendiren bir evlilik yaptı. İktidarı ele alır almaz, şehrin kültürel hayatına yön verdi. Marsilio Ficino ve Pico della Mirandola gibi düşünürleri destekledi; Michelangelo’ya ilk sanat eğitimi fırsatını tanıdı. Botticelli ve Ghirlandaio, Lorenzo’nun çevresinde Floransa’yı bir açık hava galerisine dönüştüren isimlerdi.
1478’deki Pazzi komplosu kardeşi Giuliano’yu hayattan kopardı ama Lorenzo’yu durduramadı. Saldırının ardından gücünü pekiştirdi ve şehri daha çok sanatla kuşattı. Ancak lükse olan tutkusu Medici Bankası’nı zayıflattı.
1492’de öldüğünde Floransa, onu “Muhteşem Lorenzo” olarak andı. Medici hakimiyeti zayıflasa da onun bıraktığı eserler, sokaklarda hala varlar.
Catherine de’ Medici
Catherine de’ Medici, Floransa’da doğdu ama kaderi onu Fransa’nın en güçlü kadını yaptı. Genç yaşta politik bir evlilikle Fransa kralı II. Henri ile hayatını birleştirdi. Bu evlilik, Floransa’nın sanat ve diplomasi anlayışını Fransa sarayına taşıdı.
Kocasının ölümünden sonra Catherine, üç oğlunun hükümdarlığı boyunca Fransa’yı perde arkasından yönetti. Saray entrikaları ve dini çatışmalar arasında zekasıyla ayakta kaldı. Onun döneminde Fransa’da mimari, bahçecilik ve sanat İtalyan etkisiyle şekillendi.
Catherine de’ Medici, Floransa’dan ayrıldı ama Rönesans’ın ve Floransa’nın ruhunu gittiği her yere götürdü.
Sandro Botticelli
Sandro Botticelli, genç yaşta Lorenzo de’ Medici’nin gözüne girdi. Floransa’daki atölyesi kısa sürede şehrin en çok sipariş alan yerlerinden biri oldu. Medici ailesi ve onların çevresi, evlerini ve kiliselerini onun tablolarıyla süsledi. En ünlü eserleri Venüs’ün Doğuşu ve Primavera, dönemin antik mitlere duyduğu hayranlığın en güçlü yansımalarıydı.
Ama Botticelli’nin dünyası, Floransa’da sert bir dini reform hareketi başlatan rahip Savonarola’nın etkisiyle karardı. Savonarola, lüksü ve sanatı günah olarak gören vaazlarıyla şehri sarsmış, hatta tabloların ve heykellerin yakıldığı Kibir Ateşi’ni başlatmıştı. Son dönem eserleri kıyameti, kefareti konu alıyordu. 1510’da öldüğünde ünü sönmüştü. Bugün onun tabloları, şehrin açık hava müzesi hissinin en önemli parçaları arasında sayılıyor.
Leonardo da Vinci
Leonardo da Vinci, Rönesans’ın en parlak zihinlerinden biriydi. Floransa’da başladığı kariyerini, Milano sarayında mühendis, ressam ve set tasarımcısı olarak sürdürdü. Çalışmaları her zaman büyüleyiciydi; ama çoğu yarım kaldı.
En çok bilinen eserleri Son Akşam Yemeği ve Mona Lisa, o dönemin sanata bakışını değiştirdi. Yine de Leonardo için resim, fikirlerini dışa vurmanın bir yoluydu. O aslında bir düşünürdü: anatomi, astronomi, uçuş, mekanik… Not defterleri çizimler ve hayallerle doluydu.
Leonardo sabırsızdı; bir projeden diğerine atladı, bazen sipariş aldığı işleri yarım bıraktı. Papa X. Leo’nun, “Bu adam hiçbir zaman işini bitiremeyecek.” dediği rivayet edilir. Yine de Leonardo, deney ve gözleme dayalı yaklaşımıyla bilim ve sanatı birbirine yaklaştırdı.
1519’da Amboise’ta öldüğünde geride birkaç bitmiş eser ve yüzlerce fikir bıraktı. Floransa’da hala onun izini taşıyan atölyeler ve eskizler var.
Michelangelo
Michelangelo, genç yaşta Lorenzo de’ Medici’nin dikkatini çekerek Floransa’daki entelektüel çevrelere girdi. Ancak Lorenzo’nun ölümünden sonra Floransa’daki ortam ona dar geldi ve Roma’ya taşındı.
İlk büyük başarısı Pietà oldu. Mermerden oyduğu figürlerdeki detay ve zarafet, onun daha yirmili yaşlarında bir usta olduğunu kanıtladı. Ardından Floransa’ya dönüp, devasa bir mermer bloktan David’i yonttu. 5 metrelik heykel, Floransa’nın cumhuriyet ruhunu sembolize etti.
Papa Julius II onu Roma’ya çağırdığında, Michelangelo istemeyerek de olsa heykeli bırakıp fırçayı eline aldı. Sonuç ne diye sorarsanız… Sistine Şapeli’nin tavanı. 300’den fazla figür, dramatik sahneler, bir görsel destan.
Hayatının son yıllarında mimarlığa yöneldi ve St. Peter’s Bazilikası’nda çalıştı. 1564’te öldüğünde ardında bilinen ve tanımlanan sanatın sınırlarını zorlayan bir miras bıraktı.
Raffaello Sanzio
Raphael, genç yaşta büyük bir usta olarak anılmaya başlandı. Leonardo ve Michelangelo’nun eserleriyle tanıştığında kendi fırça darbeleri de derinleşti.
1508’de Papa II. Julius’un davetiyle Roma’ya taşındı. Burada Vatikan Odaları’nı boyadı. Atina Okulu, bu dönemin en bilinen eserlerinden biri oldu. Platon ve Aristoteles’in ortasında yer alan figürler, felsefe, sanat ve bilimin bir araya geldiği bir dünya hayalinin ifadesiydi.
Raphael, heykel ve mimaride de iz bıraktı. Bramante’nin ardından St. Peter’s Bazilikası projesine katıldı. Ancak en çok resimlerinde yakaladığı incelikle tanındı. Kompozisyonlarındaki denge ve figürlerdeki zarafet, Yüksek Rönesans’ı tanımlayan estetik oldu.
37 yaşında ani bir hastalık sonucu öldüğünde Roma’daki Pantheon’a gömüldü. Raphael’in eserleri, Rönesans’ın en sakin yüzlerinden birini temsil ediyor.
Andrea Palladio
Palladio, bir taş ustasının oğluydu ve genç yaşına kadar nispeten mütevazı işlerde çalıştı. Daha sonralarda Vicenza’da tanıştığı hümanist Gian Giorgio Trissino, onun yeteneğini fark etti. Trissino’nun desteğiyle antik Roma kalıntılarını incelemek için Roma’ya gitti. Burada edindiği klasik formlar bilgisi, onun mimarlık anlayışının temelini oluşturdu.
Kısa sürede, Veneto bölgesinde aristokratlar için tasarladığı villalarla adını duyurdu. En ünlülerinden biri olan La Rotonda, dört cepheli simetrisiyle klasik dünyanın sadeliğini ve görkemini bir araya getirdi. Palladio’nun tasarımları estetik olmanın yanı sıra, sahiplerinin sosyal statülerini de yansıtmayı başarıyordu.
1570’te yayımladığı “I Quattro Libri dell’Architettura” (Mimarlığın Dört Kitabı), Avrupa genelinde de yüzyıllarca mimarlara ilham verdi. Palladio’nun çizgileri, Britanya’dan Amerika’ya kadar çok sayıda sanatçıyı etkiledi.
Rönesans Bireyi
Rönesans, bireyi; kimliği, kişiliği, yetenekleri ve merakıyla tanımlayan bir dönemdi. Bu yıllarda bir insanın ressam olması, aynı zamanda mühendis, şair ya da filozof olamayacağı anlamına gelmiyordu. Hatta tam tersi… Çok yönlülük bir erdem sayılıyordu, bugünün deyimiyle “jack of all trades” yani elinden her iş gelen, biri olmak, o dönem için büyük bir meziyetti.
Leonardo da Vinci, anatomi çizimlerinden uçuş makinelerine kadar her alanda denemeler yaptı. Michelangelo hem heykel hem resim hem de mimarlıkta ustalık gösterdi. Machiavelli, siyasi strateji kitapları yazarken tiyatro eserleri de kaleme aldı. Bu insanlar, bilginin ve zanaatin birbirinden ayrılmadığı bir dünyanın ilk temsilcileriydi.
Rönesans bireyi kavramı işte burada doğdu. Bir bireyin farklı alanlarda öğrenme, deneme ve üretme çabası, dönemin ruhunu şekillendirdi. Bu anlayış atölyelerden sokaklara, saraylardan üniversitelere kadar yayıldı. İnsan hem düşünen hem yapan bir varlık olarak merkeze yerleşti. Rönesans bireyi, bilgiyi ve estetiği kendi dünyasından çıkararak, yaşadığı şehrin sokaklarına, sosyal hayata taşıdı.
Şehir ve Sanat Arasında Yeni Bir İlişki: Açık Hava Müzesi
Rönesans’tan beri meydanlarda yükselen heykeller, binaların cephelerini kaplayan freskler ve kütüphanelerden taşan kitaplar, şehirleri yaşayan birer sanat eserine dönüştürdü. Gidip görenleriniz bilir, bugün İtalya’nın pek çok şehrinde ziyaretçiler hala bir açık hava müzesinde gibi hissediyorlarsa, bunun temeli işte o dönemde atıldı. Floransa’dan Venedik’e, Pisa’dan Bologna’ya uzanan şehirler, sanat ve düşüncenin günlük hayata karıştığı yerler haline geldi. Sonraki yazıda Rönesans’ın en büyük atılımlarını gerçekleştirdiği şehir Floransa’dan devam edeceğiz.
Gönül isterdi ki bizim şehirlerimizde de yani Müslümanların eskiden ve hala yaşadığı şehirlerde de bizim büyük alimlerimiz ve buluşları sergilense hem oralarda yaşayanlarımız ve ümmet yani Müslüman milletler görse, bilse, iftihar etse…
Bunlar aslında bu ülkeler arası turizmi canlandırabilir ve kültür köprüleri kurabilir. Ancak böylelikle genç nesillere sahip çıkabiliriz diye düşünüyorum. Yoksa tarihte kalmış kahramanlık öyküleri ile değil…
RÖNESANS’TAN AÇIK HAVA MÜZESİ ŞEHİRLERE
Bu yaz çeşitli vesilelerle sıklıkla İtalya’ya gittim. İtalyanları tanırdım; huylarını, ticaretlerini, teknolojik kapasitelerini bilirdim. Lakin bu sefer ilk defa 1968’de muttali olduğum gibi biraz da sosyal çevre, kültür ve sanat ile ilgiliydim. Turistler için bir başka İtalya dizayn edilmiş ve bu İtalyan halkının günlük hayatlarının, sosyal yaşantılarının içinde yer alıyor. Böylelikle İtalyan sanat ve kültürü dünyayı etkiliyor, hatta domine ediyor; bunun GSMH’ye etkisi de yüksek miktarda pozitif oluyor.
İyice incelemeli; nasıl sunuyorlar, nasıl muhafaza ediyorlar, nasıl özgün kılıyorlar ve onca tarih ve turist içinde nasıl yaşıyorlar günlük hayatlarını?
Şimdi Floransa’dan başlayarak Venedik, Pisa ve Bologna’yı ziyaret edeceğiz. Floransa muktedir bir ailenin mirasını koruyan bu şehir bugün adeta bir açık hava müzesi, tıpkı Bologna, Pisa gibi…
Floransa, Rönesans’ın Kalbi
Floransa, Rönesans’ın düşünce ve estetikle en çok harmanlandığı şehir olmuştur. Medici ailesinin gölgesinde bankerler, zanaatkârlar ve düşünürler bir araya geldi. Sokaklar fikirlerin ve sanatın akışıyla doldu. Bu şehirde yürürken, her köşe başında bir sanatçının izini bulabilirsiniz. Floransa, bir şehrin ötesine geçerek; Rönesans’ı görebileceğiniz büyük bir açık hava müzesidir, dersek abartmış olmayız.
Santa Maria del Fiore ve Brunelleschi’nin Kubbesi
Santa Maria del Fiore, Floransa’nın tam kalbinde yükseliyor. Kubbesi, yüzyıllarca tamamlanmayı bekleyen bir hayaldi. Brunelleschi, Roma’daki antik yapılardan aldığı ilhamla bu hayali gerçeğe dönüştürdü.
Çift kabuklu yapı, sekiz büyük kaburga ve spiral tuğla dizilimi, o dönemde devrim niteliğindeydi. Bugün kubbenin altına girip yukarı baktığınızda, mühendisliğin ve sanatın nasıl bir ahenk yarattığını deneyimleyebilirsiniz.
Palazzo Vecchio, Floransa’nın politik gücünün bir simgesiydi. Keskin hatları ve kalın taş duvarları, şehrin uzun süre süren güç mücadelelerini yansıtıyordu. Palazzo Medici Riccardi ise daha yumuşak çizgileriyle Floransa sokaklarına farklı bir estetik anlayış getirdi.
Ponte Vecchio, Arno Nehri üzerindeki en eski köprülerden biri. Üzerindeki kuyumcu dükkanları, ticaretin ve sanatın nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. Güneşin batışında manzarası ise gerçekten hoş.
Meydanlar ve Heykeller: Sanatın Kamusal Yüzü
Piazza della Signoria, Floransa’da sanki bir açık hava galerisidir. Michelangelo’nun David’i burada bir zamanlar Cumhuriyet’in gücünü simgeliyordu. Donatello’nun Judith ve Holofernes’i ise siyasetin sert yüzünü anlatıyor.
Santa Maria Novella ve Santa Croce’nin cepheleri, fresklerle bezenmiş. Bu yapılar, eski zamandan beri adet olan dini binaların bir sanat eseri titizliğiyle ele alındığını gösteriyor.
Uffizi ve Akademiler: Sanatın Yaygınlaşması
Uffizi Galerisi, Medici’lerin koleksiyonunu saklamak için inşa edilmişti. Kapılarını halka açtığında, sanat ilk kez sadece soyluların değil herkesin erişebileceği bir şey haline geldi. Bence bu çok mühim ve benim de benimsediğim bir prensiptir. Biliyorsunuz bizde MUTLU ET MUTLU OL FELSEFEMİZ mucibince tüm sanat eserlerimiz ofislerimizde çalışanlarımızın isteği üzere kendi çalışma alanlarında sergilenmektedir. Hatta ben bunu bir usulle tüm Ülker Dostlarını kapsayacak şekilde genişletmek istiyorum.
Medici bahçeleri ve Floransa’daki akademiler, dönemin düşünürleri ve sanatçıları için bir buluşma noktasıydı. Şehir, bilgi ve estetiğin birlikte üretildiği bir merkezdi.
Ben bir yemek için veya sırf görmek için seyahat eden birisi değilim. Mutlaka bir sebebim olmalı ticari, ailevi, kültürel… İşte Floransa’ya da sayın Stefano Ricci’yi ziyarete gitmiştik; başarılı bir erkek giyim markası meydana getirmiş, saygın bir iş adamı ve mutlu bir aile reisi kendisi. Arkadaşlarla işini gezdik, evinde yattık, hobilerini öğrendik. İyi anlaştık, mutlu olduk.
Bir sonraki durağımız, Venedik.
Venedik
Venedik, Rönesans’ı kendine has bir estetikle yaşadı. Kanallar, taş köprüler ve suyun üzerinde yüzen gondollar, şehri zaten başlı başına bir tabloya dönüştürüyordu. Ticaretin getirdiği zenginlik, sanatın her alanda hissedilmesini sağladı. Saraylardan atölyelere, meydanlardan kiliselere kadar her yerde ışık ve renk oyunları vardı.
Burada yürüyen biri, kanalların kıyısında ilerlerken cephelerdeki mozaikleri ve kemerleri görebilir. Venedik, Doğu ile Batı’nın buluştuğu bu özgün atmosferi sanatına da yansıttı.
San Marco Meydanı ve Bazilikası
San Marco Meydanı, Venedik’in kalbinde yer alıyor. Kuşatıcı kemerleri ve ince sütunlarıyla San Marco Bazilikası karşısında büyülenmemek elde değil. Güneş ışığı cephedeki altınları farklı saatlerde bambaşka tonlara büründürüyor.
Palazzo Ducale ve Büyük Kanal
Palazzo Ducale, Büyük Kanal’ın kenarında yükselen bir zarafet anıtı. Gotik kemerleri ve taş işçiliği, suyun üzerinde yansıyan bir desen gibi görünüyor. İç mekanlarda Titian ve Veronese’in eserleri, sarayın gösterişine ayrı bir derinlik katıyor.
Bellini ve Titian: Venedik Renkleri
Venedikli ustalar, renkleri ve ışığı resimlerinde adeta eritiyordu. Bellini’nin yumuşak tonları ve Titian’ın güçlü kontrastları, Venedik Rönesansı’nın en belirgin yüzleriydi. Santa Maria Gloriosa dei Frari’deki Titian tablosu, bu estetiğin canlı bir örneği.
Venedik’te günlük hayat da kanallarda sürüyor. Polis, itfaiye, sağlık, temizlik vb kamu hizmetleri, inşaat işleri ve tabii taksi teknelerle karşılanıyor. Hiç alışık olmadığımız şeyler ama ilginç çok.
Venedik’te hayat turistlere göre uyarlanmış ve herkes buna alışık görünüyor. Mesela operaya gittik. Verdi’nin Attila Operası, yerli var mıydı yoksa herkes mi turistti bilemedim. Ama tek dekorla tüm opera bitti. Zaten kadın baş aktris yani prima donna haricinde tüm oyuncular tek kostümle baştan sona oynadılar. Ben bir ara dalmışım, hayret onca gürültüye rağmen…
Yine de deneyim gerçekten çok özeldi. Çünkü Attila, Giuseppe Verdi’nin erken dönem eserlerinden biri ve ilk kez 1846’da Venedik’te, La Fenice’de sahnelenmiş. Yani ben aslında doğduğu şehirde, kendi topraklarında bu operayı izleme şansını yakaladım. Hikaye Hun İmparatoru Attila’nın Roma İmparatorluğunun beşiği olan İtalya’yı fethetme arzusunu anlatıyor. Operayı izlerken bir yandan internetten librettosunu takip etme fırsatım oldu ve özellikle Roma generali Ezio’nun Attila’ya karşı söylediği o meşhur söz sahnede adeta yankılandı: “Sen evrenin geri kalanını al, İtalya bana kalsın” (Avrai tu l’universo, resta l’Italia a me). Odabella’nın intikam aryaları, Attila’nın görkemli sahne girişleri ve koroların neredeyse savaş narası gibi yükselişleriyle eser baştan sona bir kahramanlık ve özgürlük hikayesi gibiydi. Benim için bu akşam sadece bir opera değil, tarihle, müzikle ve bir ulusun duygularıyla aynı anda bağ kurduğum bir deneyim oldu. Venedik’te Attila’yı izlemek, sanatın yani müziğin hem sanatın hem de kolektif duyguların taşıyıcısı olduğunu bana çok güçlü bir şekilde hissettirdi; çok başarılı ve verimli bir prodüksiyondu, maliyet, dekor, oyuncu açısından… Şimdi bir de başımıza sanat eleştirmeni mi kesildin, diyeceksiniz, haklısınız, ama dillendirmeden duramadım. Tüm sahnelerde birkaç çalıdan ibaret hep aynı dekor, fettan kızımız Odabella hariç herkesin pespaye, herhalde Hunlar barbar oldukları için, kıyafetleri hatta Attilla ve General Ezio’nun hep aynı kıyafetle operayı tamamlaması ve daha niceleri…
Kıyaslıyorum da gençken, Taksim’de eski binasında gittiğim Cadı Kazanı Opereti ile, hafızam beni yanıltmıyorsa muhteşemdi bizdeki sahne ve dekor… Ama sonra yangın uzun zaman akim bıraktı orayı.
Bu arada operanın hikayesine değinmişken bir efsaneden de bahsetmek isterim. Bahsedilen efsaneye göre, Venedik’i bu operada bahsi geçen Attila’dan kaçanların kurduğu söyleniyor. Rivayet odur ki, 5. yüzyılda Hun İmparatoru Attila, İtalya’yı fethetmek için ordusuyla ilerliyordu. Şehirler bir bir düşerken insanlar, onun gazabından kaçabilmek için Adriyatik kıyısındaki nehirler ve lagünlerdeki gizemli adacıklara sığınıyor. İnsanlar burada küçük topluluklar kuruyor ve zamanla bu adalar birleşerek bugünkü Venedik şehrine dönüşüyor. Venedik’in kuruluş hikayesi olarak halk arasında bu efsaneyle anlatılsa da tarihi ve arkeolojik bulgular aslında şehrin oluşumunun çok daha uzun bir süreçte gerçekleştiğini gösteriyor. Kim bilir? Tamamen doğru olmasa da insan bazen bir şeye inanmak istiyor; yani Attila operasının sahneleri Venedik’in tarihini, insanın cesaretini, direncini ve özgürlük arzusunu gözler önüne sererek tarih ve sanatın birleştiği o anı unutulmaz kılmak mı istiyor.
Venedik ziyaretimizin bir başka mühim durağı sanatçımız Ahmet Güneştekin’in yeni aldığı, atölye ve kalıcı sergi olarak düzenlemek istediği Palazzo Gradenigo’yu görmekti. Muhteşemdi, çok tebrik ediyorum; yeri dar gelsin inşallah.
Daha önceki blog yazımda “Tüm yollar Roma’ya mı çıkar?” diye sormuştum; çünkü Roma, tarih boyunca sadece İtalya’nın değil, aynı zamanda dünyanın da sanat ve kültür merkezlerinden biri olmuş bir şehirdir. Yani tıpkı antik Roma yollarının tüm İtalya’yı birbirine bağladığı gibi, sanat da farklı dönemleri ve coğrafyaları birbirine bağlıyor. Bu bağlamda, Roma’daki Galleria Nazionale d’Arte Moderna e Contemporanea, İtalya’nın en kapsamlı modern ve çağdaş sanat koleksiyonuna ev sahipliği yaparak sürdürmeye devam ediyor.
1883 yılında dönemin bakanı Guido Baccelli’nin girişimiyle kurulan müzenin bugünkü binası, 1911–1915 yıllarında Cesare Bazzani tarafından tasarlanıp inşa edildi. Bazzani’nin anıtsal yapısı; cephede Ermenegildo Luppi, Adolfo Laurenti ve Giovanni Prini’nin kabartmaları ve Adolfo Pantaresi ile Albino Candoni’nin bronz figürleriyle bezelidir. Güvenlik nedeniyle uzun süre kapalı kaldıktan sonra 2018’de tekrar kullanıma açılan bu yapı, müzenin çağdaş yüzünü oluşturuyor.
Galleria Nazionale’nin mimarisi, döneminin klasik anıtsallığını modern yorumlarla harmanlıyor. Kalın sütunlar ve geniş giriş cephesiyle, sanatın kamusal bir alan olduğunu vurgularken; heykellerle bezenmiş dış yüzeyi, binanın bir sergi alanı gibi algılanmasını sağlıyor. Müze yapısı, yalnızca bir sanat koleksiyonunu değil, aynı zamanda Roma’nın değişen mimari anlayışını yansıtıyor.
19. ve 20. yüzyılın önemli sanatçılarının eserlerine ev sahipliği yapan müze, bu yıl kıymetli sanatçımız Ahmet Güneştekin’in “Yoktunuz / Eravate Assenti” sergisiyle farklı bir hikaye ile kapılarını araladı. Sanatçımızın kişisel sergisinden Yıldız Holding sponsorluğu ile müze koleksiyonuna bağışladığı iki eserin daimi sergileneceğinin duyurulması da bizler için ayrı bir iftihar vesilesi oldu tabii.
Müzenin dış mimarisine değinmişken, iç mekanda yer alan “Yoktunuz” sergisine de değinmeden geçemem. Müzede geçirdiğim süre boyunca yalnızca modern sanatın evrimine tanıklık etmekle kalmadım, aynı zamanda her bir eserin ardında yatan derin anlamları hissetmek imkanı buldum. Güneştekin bu sergisinde, savaş, yoksulluk ve dışlanmışlık gibi evrensel temaları sadece görsel olarak değil, duyusal bir biçimde, özellikle “Picco di Memoria” (Hafıza Tepesi) adlı eserinde aktarıyor.
Bir sonraki durağımız, Pisa.
Pisa
Pisa, Rönesans’ın kalabalık sanat atölyelerinden çok, mermerden meydanları ve akademik havasıyla öne çıkan bir şehir. Arno Nehri kıyısında sakin bir estetik yayan Pisa, Galileo Galilei’nin doğduğu yer olmasıyla da bilim tarihine iz bıraktı.
Piazza dei Miracoli, beyaz mermerden yapılmış yapılarıyla göz alıyor. Eğik Kule, Katedral ve Baptistery yan yana geldiğinde ortaya çıkan uyum, Rönesans’ın taş üzerindeki inceliğini yansıtıyor.
Pisa Kulesi ve Piazza dei Miracoli
Eğik Kule, imalat esnasındaki küçük bir hatanın nasıl zarif bir simgeye dönüşebileceğinin canlı kanıtı olmuş. Ama zaten görebiliyorsunuz açıkça çıplak gözle baktığınızda inşaat esnasında bir yana eğilen kulenin üçüncü kattan sonra dengeyi kuracak şekilde daha dik yani diğer tarafa meyilli inşa edildiğini… Bu eğik kule ince kemerleri, silindirik gövdesi ve detaylı mermer işçiliğiyle, hiç kuşkusuz meydanın en dikkat çekici parçası.
Piazza dei Miracoli’nin bir köşesinde yer alan Camposanto Monumentale, aslında bir mezarlık. Ama bu, sıradan bir mezarlık değil. Mermer kemerlerle çevrili avlusunda, bir zamanlar duvarları kaplayan freskler varmış. Triumph of Death gibi sahneler, yaşamın kırılganlığına dair çarpıcı hikayeler anlatıyormuş. 2. Dünya Savaşı sırasında ağır hasar gören bu eserler, yıllar süren restorasyonun ardından bugün yeniden ziyaretçilerini karşılıyor.
Pisa Kulesi’ni ilk gördüğümde ilk olarak ne dikkatimi çekti, biliyor musunuz? Hani yamuk duruyor ya kule, ama niye yıkılmamış asırlardır? Çünkü kanaatimce kule inşa edilirken yan yatmaya başlamış ve muhtemelen inşaata ara verilmiş. Sonra stabil hale gelince bu sefer kulenin kalan kısmı ters eğimle inşa edilmiş. Böylece ağırlık merkezi yapının dahilinde kalmış. Ben böyle düşündüm. Sonra Chatgpt’ye sordum:
Pisa Kulesi’nin hem yamuk durmasının hem de hala yıkılmamış olmasının nedeni, mimari ve mühendislik hatalarının zamanla şans ve mühendislik çözümleriyle birleşmesinden kaynaklanıyor.
Pisa Kulesi 1173’te yapılmaya başlandığında temeli sadece 3 metre derine atılmıştı. Bölgenin zemini ise kil, kum ve deniz kabuklarıyla dolu yumuşak bir alüvyon tabakasıydı. Kule inşaatının üçüncü katına gelindiğinde zemin bir tarafı daha fazla çöktürdü ve kule eğilmeye başladı. İnşaat 200 yıldan fazla sürdüğü için yani savaşlar, ekonomik krizler vb. yüzünden, zemin zaman içinde oturdu; bu da tamamen devrilmesini o yıllarda engelledi. Denge merkezi hala taban içinde: Kule, 5,5° civarında eğik olsa da ağırlık merkezi hâlâ tabanın dışına taşmadı. Eğer taşsaydı yerçekimi onu devirecekti. Yüzyılın sonlarında mühendisler kuleyi kurtarmak için toprağın kontrollü şekilde çekilmesi, çelik halatlarla desteklenmesi ve zemin enjeksiyonu gibi yöntemler kullandılar. 1990–2001 yılları arasında yapılan çalışmalarla eğim 5,5°’den 3,97°’ye düşürüldü. 850 yıllık taş bloklar ve iyi işçilik, yapının bütünlüğünü koruyor.
Galileo ve Bilimsel Merakın İzleri
Galileo Galilei Pisa’da doğdu ve gençliğinde Pisa Üniversitesi’nde eğitim gördü. Burada geçirdiği yıllar, onun doğa yasalarına olan ilgisini besledi. Eğik Kule üzerinde deneyler yaptığına dair hikayeler anlatılıyor.
BİLİMİN, SANATIN VE REVAKLARIN (PORTİKO) ŞEHRİ BOLOGNA VE BRESCİA
Bologna, Rönesans’ta fikirlerin ve bilimin ön planda olduğu bir şehirdi. Avrupa’nın en eski üniversitesi burada kuruldu. Sokaklar, portikoların gölgesinde yürüyen bilginler ve öğrencilerle doluydu. Kırmızı tuğlalar ve revaklar, şehrin geçmişinden bugüne kalan detaylar olmuş.
Bologna Üniversitesi ve Hümanist Hareket
1088’de kurulan Bologna Üniversitesi, Rönesans’ta hümanist düşüncenin geliştiği bir merkezdi. Klasik metinler yeniden incelendi; Aristoteles ve Galen üzerine tartışmalar yürütüldü. Üniversite salonları, dönemin bilim insanları ve öğrencileriyle dolup taşıyordu.
Bilim ve Anatomi Çalışmaları
Bologna, tıp ve anatomi alanında öncüydü. Theatrum Anatomicum, insan vücudunun incelendiği ilk yerlerden biriydi. Burada yapılan diseksiyonlar, modern tıbbın temellerini attı.
Sanat ve Mimari
Carracci ailesi ve Guido Reni, Bologna’ya kendi sanat dillerini kazandırdı. Bu eserler Barok döneme giden yolu açtı. San Petronio Bazilikası’nın yarım kalan cephesi ve Asinelli ile Garisenda Kuleleri, şehrin oldukça önemli yerleri arasında.
Şehrin oldukça önemli yerleri arasında yer alan ve Bologna’da aklımızı başımızdan alan Asinelli ve Garisenda kuleleri, şehir merkezinde elinizi kaldırıp selam verebileceğiniz kadar yüksekler! Bir nevi Orta Çağ İtalya’sının gökdelenleri sayılan bu kuleler, aslında Pisa Kulesi gibi; eğik ama heybetlidir.
Duyduğumuza göre; 1100’lerin başında inşa edilen bu kuleler iki aile arasında hangisinin daha güçlü olduğunu göstermek için yapılmış.
Asinelli Kulesi, başlangıçta 70 metreymiş, sonra 97,2 metreye kadar yükselmiş. Bu kuleyi yapan ailelerin amacı sadece yüksek bir yapı dikmek değil, aynı zamanda “biz buradayız ve güçlüyüz” demekmiş. Yani biraz prestij, biraz güç gösterisi. Eskiden şehir tarafından hapishane ve küçük bir hisar olarak kullanılmış, bilim insanları kuleyi Dünya’nın dönüşünü incelemek için de kullanmış, ikinci Dünya Savaşı’nda gözlem noktası olmuş. Garisenda Kulesi ise Asinelli’nin eğik ama minik kardeşi. İlk başta 60 metreymiş ama zemin kayınca 48 metreye düşürülmüş ve günümüzde 3,2 metre kadar eğik duruyor. Garisenda’nın amacı da benzer şekilde aile prestijini göstermekmiş. Eğik duruşu, Orta Çağ’dan beri hem şehrin simgesi olmuş hem de Dante ve Goethe gibi ünlü isimlerin eserlerinde yer bulmuş. Özetle bu kuleler, tarih boyunca hem güç hem bilim hem de maceranın mekanı olmuş. Orta Çağın aileler arası rekabetini günümüze taşıyor ve şehrin ruhuyla Bologna’da hayat buluyor. Eğik veya heybetli, her biri şehre kendine özgü bir mizah ve tarih dokunuşu katıyor.
Tabii tahmin edersiniz, bu eskinin mirasını muhafaza ederken bu husus sadece binalarla sınırlı kalmamış ve yemek, içmek, sosyal yaşamda da kendini sürdürmüş. Mesela fiat500 buna güzel bir örnek, gömlek aldığım manifatura mağazası ise sadece eski bir revakın altına yerleştirilmiş olmakla kalmamıştı, yüz yılı aşkın orada olan bir aile müessesesiydi.
Evet, Bologna aynı zamanda gastronomisiyle de İtalya’nın en güçlü şehirlerinden biri olarak biliniyor. “La Grassa” yani “şişman” lakabını alması da boşuna değil. Tagliatelle al ragù (dışarıda çoğunlukla “Bolognese” diye bilinir), tortellini ve mortadella şehrin mutfak mirasının en parlak örnekleri. Rönesans’ta öğrencilerin ve tüccarların uğrak noktası olan hanlarda pişen yemekler, bugün hâlâ diğer İtalyan şehirlerinde olduğu gibi şehrin trattoria ve osteria’larında yaşatılır. Yemek, Bologna kültüründe yalnızca bir ihtiyaç değil; bir araya gelmenin, sohbet etmenin ve yaşamı kutlamanın temel unsurlarından biri olarak görülüyor.
Şehrin kimliğini belirleyen bir diğer unsur ise portikolarıdır. UNESCO Dünya Mirası listesine giren bu uzun kemerli yürüyüş yolları, 38 kilometreden fazla bir ağıyla tüm kenti sarar. Portikolar yalnızca yağmurdan ya da güneşten koruyan yapılar değil, aynı zamanda sosyal hayatın ritmini belirleyen mekânlar. İnsanlar burada buluşuyor, alışveriş yapıyor, tartışıyor. Yüzyıllar boyunca tüccarlar için dükkân, ressamlar için atölye, öğrenciler için derslik işlevi görmüş bu revaklı yapılar, Bologna’yı diğer İtalyan şehirlerinden ayıran eşsiz bir estetik ve toplumsal doku sunar.
Bologna ayrıca politik açıdan da tarih boyunca önemli bir rol oynamış. Orta Çağ’dan itibaren özgürlükçü gelenekleriyle tanınan şehir, komün yönetim biçiminin en güçlü örneklerinden birini sunmuş. Modern dönemde de İtalya’nın sol eğilimli siyasal ve entelektüel hareketlerinin merkezlerinden biri olmuş. Öğrenci hareketleri, işçi protestoları ve kültürel tartışmalar, Bologna’yı yalnızca akademik bir merkez değil, aynı zamanda toplumsal fikirlerin şekillendiği bir arena hâline getirmiş. Bu da şehrin, sadece geçmişin değil bugünün de canlı bir entelektüel odağı olduğunu gösteriyor.
Ve son durağımıza geldik,
Brescia
Brescia, Rönesans’ın büyük merkezleri kadar ön planda değildi. Ama kendine özgü bir sanat ve zanaatkarlık anlayışı geliştirdi. Şehir, kuzey İtalya’nın taşra havasını taşırken güçlü bir işçilik geleneğini sürdürdü.
Burada loncalar, atölyeler ve küçük meydanlar gündelik hayatın ayrılmaz bir parçasıydı. Brescia, taşradaki ustaların şekillendirdiği bir Rönesans dili geliştirdi.
Piazza della Loggia ve Şehir Mimarisinde Rönesans
Zanaatkarlık ve Metal İşçiliği
Brescia, Rönesans döneminde ürettiği zırhlar ve silahlarla Avrupa’da tanındı. Kentin atölyelerinde yapılan işçilik, savaş alanlarının ötesinde sanat koleksiyonlarında da yer buldu. Bugün bile müzelerde Brescia ustalarının imzasını taşıyan kılıçlar ve miğferler görülebilir.
Piazza della Loggia, Brescia’nın Rönesans’taki yüzünü en iyi anlatan meydanlardan biri. Venedik etkisiyle şekillenen binalar, kemerli galeriler ve zarif cepheler, şehrin bu dönemde kazandığı estetiği gösteriyor.
Brescia Kalesi ve Şehrin Silüeti
Şehrin tepesinde yer alan Brescia Kalesi hem savunma hem de estetik bir sembol olarak karşımıza çıkıyor. Kalenin surlarından bakıldığında, kırmızı çatılar ve dar sokaklar Rönesans döneminin izlerini taşıyor.
Brescia Okulu: Yerel Ustaların İzleri
Moretto da Brescia ve Romanino, şehrin dini mekanlarında eserler bıraktı. Küçük kiliselerdeki freskler, Brescia’nın Rönesans’a kattığı değeri bugün bile gösteriyor.
Brescia aynı zamanda müzik tarihinde de kendine bir yer açan bir şehir. Özellikle keman yapımında Cremona kadar ünlü olmasa da ustalarıyla dikkat çekiyor. Şehirde gelişen zanaatkârlık, müzik aletlerine de yansımış; telli çalgılarda ortaya çıkan işçilik, yerel ustaların duyarlılığını işaret olarak gösteriyor. Bu, Brescia’nın Rönesans’ta yalnızca görsel sanatlarla değil, sesin incelikleriyle de ilgilendiğini ortaya koyuyor. Böylece kent, kuzey İtalya’nın kültürel mozaiğinde kendine has bir ses ve ritim oluşturmuş.
Şehrin Rönesans mirası sadece taş yapılarda ya da sanat eserlerinde değil, günlük yaşamın sürekliliğinde de saklıdır; dar sokaklardaki halk pazarları, küçük meydanlarda düzenlenen şenlikler ve törenler, toplumsal birlik duygusunu beslemiş. Brescia halkı, büyük merkezlerdeki ihtişamlı saraylar yerine, daha çok mahalle ölçeğinde paylaşılan bir yaşam kültürü geliştirmiş. Bu da şehre samimi, dayanışmacı ve orta sınıf odaklı bir Rönesans ruhu kazandırmış.
Bu seride sizinle kuzeydeki sanayi şehirleri Torino ve Milano ve güneydeki turistik adalar ve kıyılar, hatta şahsına münhasır Sicilya hariç tüm İtalya’yı kapsayan bir yolculuk yaptık. İtalya’yı görmek, bu şehirlerde dolaşmak ve kıyaslamak bizim tarihi mirasımızla ilginç oldu bizim için… Sanki bugün hala o sokaklarda yürürken hayal etmeyi, düşünmeyi ve üretmeyi teşvik eden bir canlılık var. İtalyanlar konuşurken ve hatta musikisinde işittiğiniz bir tatlı telaş, huzursuzluk ama karşılıklı saygı ve mutluluk var.
Bu arada, hayal etmek ve üretmek demişken, şu görselleri yapay zeka üretmiş, seyyar satıcılarda görünce ilginç geldi, aldım, size sunuyorum. Birinin aklına Roma Kolezyum’da şemsiye açmak, İspanyol Merdivenleri’ne su kaydırağı yerleştirmek gelmiş. Görseller komik evet, bir yandan da düşündürücü. Rönesans zamanı gibi bugün de biri hayal etmiş ve çizmiş.
PRESTİJLİ VE NOSTALJİK EFSANEVİ YARIŞ, MİLLE MİGLİA
1000 Miglia İtalyanca bir ifade, Türkçeye çevirdiğimizde bin mil anlamına geliyor. “Mil”, İngilizlerin kullandığı bir uzunluk ölçüsü ve bir mil takriben 1.609 kilometre ve bu yarışın toplam uzunluğunu ifade ediyor. 1927’de başlayan orijinal yarışta yaklaşık 1600 kilometrelik bir rota izlenmiş ve yarışa bu nedenle “Mille Miglia” yani “1000 Mil” adı verilmiş.
Aslında bildiğiniz üzere İtalya’da km kullanılır. Ama 1920’lerde yarış organizatörleri, romantik ve tarihî bir etki yaratmak için, eski Roma döneminden kalma ölçü olan miglia terimini seçmişler. Ayrıca Mille Miglia kulağa hoş gelen, akılda kalıcı ve şiirsel bir ifade olmuş, değil mi. Antik Roma’da da yollar mille passus yani bin adım olarak ölçülürmüş; bu yaklaşık 1 Roma miline denk geliyormuş. Yarışın ismi Miglia buradan mülhemmiş.
Kiraladığımız 2007 Model Alfa Breira Cabriolet.
Mille Miglia ilk kez 1927 yılında İtalya’da düzenlenmiş olan ve otomobil dünyasının en prestijli nostaljik etkinliklerinden bir klasik otomobil yarışı.
Hemen buraya bizim de orada olduğumuz 2025 startından bir vidyo koyuyorum. Vidyoyu izlerseniz bundan sonra vereceğim bilgiler daha enteresan olabilir.
420 araç katıldı bu yıl ve ortalama 4 gün 10-16 saat arası sürüşle hatta bazen gece tamamlanan yarışta araçlara muazzam bir lojistik destek gerekiyor.
Mille Miglia 1927-1957 yılları arasında gerçek bir hız yarışı olarak yapılmış. O dönemde Ferrari, Maserati, Alfa Romeo gibi markalar ve Tazio Nuvolari gibi ünlü pilotlar yarışta boy göstermişler.
Fakat 1957 yılında Brescia yakınlarında yaşanan bir kazada sürücü ve seyircilerden hayatını kaybedenler olunca yarış durdurulmuş. 1977 yılından itibaren nostaljik bir “klasik otomobil rallisi” formatına dönüşmüş. Artık bir hız yarışı değil, bilakis zamana karşı düzenlenen bir dayanıklılığın önde geldiği prestijli bir yarış olmuş. Katılım ise davetle oluyor; araçların seçimi mühim, prestij markaları ve koleksiyoncuların araçları yarışa alınıyor.
Bugatti, Mercedes Benz, Ferrari gibi markaların tarihi modelleri podyumda yer alıyorlar. Bugüne kadar yarışı en fazla kazanan marka Alfa Romeo, 11 kez kazanmış. Aşağıda Mercedes Benz 300 SL’in ikonik Martı Kanat modeli var. Kapıları kuş kanadı şeklinde açılıyor.
Ferrari’nin kurucusu Enzo Ferrari, Mille Miglia’yı dünyanın en güzel yarış organizasyonu olarak tanımlamış. Modern Mille Miglia etkinlikleri, günümüzde lüks eşya sponsorlukları, moda etkinlikleri ve sosyal medya fenomenleriyle dolu. Mille Miglia artık sadece İtalyanlara ait değil; Japonya, ABD, Türkiye, Brezilya gibi ülkelerden katılımcılarla yarış küresel bir klasik otomobil festivaline dönüşmüş durumda.
Rota
1000 Miglia yarışının rotası, İtalya’nın tarihî ve doğal güzelliklerini kapsayan, yaklaşık 1600 kilometrelik dairesel bir parkur. Rota her yıl küçük değişiklikler gösterse de klasik şekliyle aşağıdaki gibi:
Başlangıç ve Bitiş: Brescia (Lombardiya bölgesi)
Güney rotası, Roma’ya gidiş: Brescia – Desenzano del Garda – Sirmione – Verona – Ferrara – Ravenna – San Marino (bağımsız minik bir devlet) – Urbino – Gubbio – Roma
Kuzey rotası, Brescia’ya dönüş: Viterbo – Siena – Floransa – Bologna – Modena – Parma – Cremona – Brescia
Her durak kendi hikayesini anlatıyor insana; Sirmione’de göl kıyısında Romalıların şifalı sulara inancı, San Marino’da Orta Çağ’ın surlarının arasına sıkışmış bir cumhuriyetin özgürlük ruhu, Siena’da ünlü Palio at yarışlarının heyecanı, Floransa’da Rönesans’ın göğe yükselen kubbeleri ve Bergamo’da Orta Çağ’dan kalma Città Alta’nın taş sokakları… Mille Miglia sadece bir yarış değil, bir kültür ve tarih yolculuğu aslında. Yani bir nevi İtalya’nın en güzel yerlerini keşfetme fırsatı.
Üzücü Dramatik Olaylar
Mille Miglia yarışının tarihinde oldukça dramatik, hatta trajik olaylar yaşanmış. Özellikle 1927-1957 yılları arasında gerçek bir hız yarışı olarak düzenlendiği dönemde, güvenlik önlemlerinin yetersizliği nedeniyle birçok ölümcül kaza meydana gelmiş. Bu kazalar, yarışın durdurulmasına ve formatının tamamen değiştirilmesine neden olmuş.
1938 yılında, yarış sırasında bir araç seyircilerin arasına dalmış ve birçok kişi ölmüş. O dönem faşist lider olan Benito Mussolini, yarışa “ulusal güvenlik riski” gerekçesiyle müdahale etmiş. Yarış bir süreliğine durdurulmuş. Güvenlik önlemleri artırılsa da bu yıllarda da birçok ölüm ve yaralanma yaşanmış.
19 Mayıs 1957’de Ferrari pilotu Alfonso de Portago, Brescia yakınlarında 250 km/s hızla giderken, aracının ön lastiği patlamış. Kontrolden çıkan araç, seyirci kalabalığının üzerine uçmuş. Pilot Alfonso de Portago ve yardımcı pilotu Edmund Nelson ölmüş. 9’u çocuk toplam 11 seyirci hayatını kaybetmiş. İtalyan hükümeti yarışı yasaklanmış. Kamuoyu tepkisi sert olmuş. Enzo Ferrari bile yargılanmış, beraat etmiş. Gerçek anlamda bir hız yarışı olarak düzenlenmesinden vazgeçilmiş.
COVID-19 salgını esnasında normalde her yıl mayıs ayında yapılan yarış, 2020 yılında Ekim ayına ertelenmiş. Yarış tarihinde ilk kez sonbaharda yapılmış. Sağlık protokolleri ve sosyal mesafe önlemleri uygulanmış. Klasik otomobil dünyasında “pandemiye karşı yapılan ilk büyük yarış etkinliği” olarak kayıtlara geçmiş. Ama uluslararası katılım da çok az olmuş.
2021 yılında Mille Miglia organizasyonunun resmi web sitesi ve katılımcı veri sistemine yönelik bir siber saldırı düzenlenmiş. Bazı yarışmacıların verileri sızdırılmış. Dijital puanlama sistemi kısa süreliğine çökmüş. Bu olay, dijitalleşen otomobil yarışlarının yeni güvenlik tehditleriyle karşı karşıya olduğu tartışmalarına yol açmış.
2022’de yarış öncesinde İtalya’nın orta bölgelerinde yaşanan yoğun yağış ve sel baskınları nedeniyle Mille Miglia’nın rotası hemen değiştirilmiş. Özellikle Marche ve Umbria bölgelerinde ve bazı diğer şehir etapları iptal edilmiş; güvenlik riski nedeniyle yarış bir ara durdurulmuş. Bu iklim değişikliği tartışmalarına klasik otomobil rallilerini dahil etmiş.
Haziran 2023’te düzenlenen Mille Miglia sırasında, Ferrari 296 GTB model bir otomobil, İtalya’nın Mantova yakınlarında bir araçla çarpışmış. Ferrari’deki co-pilot yani yolcu koltuğundaki kişi hayatını kaybetmiş. Ferrari ve diğer araçtaki sürücü ağır yaralanmış. Amma bugün organizasyonun Mille Miglia Experience kategorisinde yeni model Ferrari otomobillerle özel düzenlenen ek bir gösteri sürüşü var.
Yine tarihi boyunca yarıştan bazı enstantanelere bakacak olursak:
Efsane pilot Nuvolari’nin oğlu Giorgio Nuvolari, 1982’de yarışa katılmış. Babasının kullandığı Alfa Romeo’nun aynısını sürmüş. Oldukça duygusal anlar yaşanmış.
1955’te Stirling Moss ve co-pilotu Denis Jenkinson, Mille Miglia’yı ortalama 157 km/s hızla kazanmışlar. Bu, o dönem için akıl almaz bir başarı. Moss’un yol notlarını “rulo kağıt” üzerinden okuyan Jenkinson’un, bu yöntemiyle modern ralli navigasyonunun temellerini attığı söyleniyor.
Mercedes Benz, 1955’teki galibiyetin 60. yılında, aynı araçla yeniden yarışta yer alıyor. 1955’teki bu galibiyet önemli, çünkü ilk kez bir Alman otomobili, İtalya’da yapılan bu ikonik yarışı kazanmış. Aracı, dönemin efsanevi sürücüsü Moss’un torunu sürmüş. Bu nostaljik buluşma hem seyirciler üzerinde hem medyada pek duygusal bir etki yaratmış.
2021’de Mille Miglia tarihinde ilk defa kadınlardan oluşan bir ekip tüm parkuru tamamladı ve derece aldı. Bu yarış tarihinde çarpıcı, olumlu bir gelişme değil mi?
2022’de elektrikli araçlar Mille Miglia’da da kendini gösterdi. 1000mMiglia Green isimli ayrı bir bölümde 8 araç yarıştı ve bu bölüm “klasik ile geleceğin birleşimi ” olarak duyuruldu.
Bu Yarış Herkes İçin Değil
Belirtmiştim, Mille Miglia yarışına katılacak otomobilin, 1927 ila1957 yılları arasında üretilmiş olması gerekiyor. Üstelik o dönem Mille Miglia’da fiilen yarışmış ya da yarışmaya uygun model olması da şart.
Bu yüzden yarışta çoğunlukla Alfa Romeo 6C, Mercedes Benz 300SL, Ferrari 166 MM, Lancia Aurelia gibi ikonik klasik araçlar yer alıyor. Her başvuran da kabul edilmiyor. Değerlendirmeyi Mille Miglia komitesi yapıyor. Aracın tarihsel geçmişi, orijinalliği, restorasyon kalitesi, daha önce Mille Miglia’ya katıldığı gibi unsurlar etkili oluyormuş.
Mille Miglia’dan Reddedildiği Bilinenler:
Ralph Lauren, ünlü moda tasarımcısı ve klasik araç koleksiyoncusudur. Elinde çok nadir Ferrari ve Bugatti modelleri var. Ancak 2010’ların başında Mille Miglia başvurusu, araç tarihsel uygunluk kriterine uymadığı gerekçesiyle reddedildi. Çünkü araç, orijinal Mille Miglia listelerinde yer almıyordu. Lauren daha sonra farklı bir araçla kabul edildi.
Jay Leno, ABD’li talk show sunucusu ve otomobil koleksiyoncusu ki araç koleksiyonu, dünyanın en büyüklerinden biridir; Mille Miglia başvurularının bazılarının kabul edildiği, diğerlerinin ise orijinallik tartışması nedeniyle reddedildiği biliniyor. Bazı araçlar, fazla modifiye edilmiş veya güncellenmiş parçalara sahip bulunmuş.
Birleşik Arap Emirlikleri’nden kraliyet ailesi mensupları yani Dubai ve Abu Dabi’den bazı prensler, pek nadir Ferrari ve Mercedes modelleriyle başvurmuşlar. Ancak başvurularının bazıları, araçların Mille Miglia tarihçesiyle doğrudan ilgisi olmadığı yani aracın Mille Miglia geçmişinin olmaması gerekçesiyle reddedilmiş, yalnızca klasik olması yetmiyor.
Restorasyonu Türkiye’de yapılmış bazı araçlarla Mille Miglia’ya başvuran bazı koleksiyonerlerimiz de reddedilmiş. Çünkü araçların orijinalliğini teyit edecek detaylı belgeler eksik bulunmuş.
Replika veya “Tribute Car” başvuruları zaten kabul edilmemekteydi. 1950’lerin efsanevi araçlarının bire bir kopyalarıyla mesela Ferrari 166 Tribute kesinlikle reddedilmiştir. Mille Miglia, sadece gerçek şasi numarasına sahip, tarihi belgelenmiş araçları kabul ediyor, çünkü replikalar, ne kadar iyi yapılmış olursa olsun gerçek değildir.
Mille Miglia Komitesi: “Bu bir açık yarış değildir. Bir tarihî seçkidir. Biz, yarışa katılan otomobillere bir müze küratörü titizliği ile yaklaşıyoruz.”
Chopard Sponsorluğu Sanat Yapmış
Mille Miglia’da çok sayıda sponsor var. En çok söz edilmesi gereken Chopard, 1988 yılından beri Mille Miglia yarışının resmî saat (zaman tutma) sponsoru . Chopard’ın eş başkanı Karl Friedrich Scheufele (*), hem saat koleksiyoncusu hem de klasik otomobil tutkunuymuş. Kendisi her yıl Mille Miglia’ya bizzat katılır, genellikle eşiyle birlikte klasik bir otomobil sürermiş. Bu sponsorluk sadece kurumsal değil, kişisel bir tutkudan da besleniyormuş.
Scheufele, 1955 model kırmızı Mercedes-Benz 300 SL ile sık sık yarışa katılıyor. Hatta ilk kez 1989’da Mille Miglia’ya efsanevi pilot Jacky Ickx ile birlikte katılmış ve yıllar boyunca onunla yan yana direksiyonun başına oturmuş. Bugün ise kızıyla yarışa devam ediyor. Bu da sponsorluk ilişkisinin bir reklam anlaşmasının çok ötesinde, kuşaktan kuşağa geçen gerçek bir tutku olduğunu gösteriyor.
Yarış boyunca tüm zaman ölçümleri, Chopard sistemleriyle yapılıyor. Bu iş birliği 37 yıldır kesintisiz sürüyor ve klasik otomobil dünyasında en uzun soluklu sponsorluklardan biri olmuş. Chopard her yıl, Mille Miglia’ya özel sınırlı sayıda üretilen saat serilerini ve daha birçok cicileri start esnasında sergiler; seyri bile hoş…
Saatler, kadranda Mille Miglia logosu, otomobil lastiği desenli kayışlar, kronometre gibi yarış odaklı özellikler, start/stop butonları, yakıt göstergeleri gibi yarış ruhunu yansıtan göstergelerle bezenmişler… Yani “gentleman driver” ruhunu bileğe taşıyan birer koleksiyon parçası haline gelmişler.
Ama bilirsiniz hiçbir marka sahibi işine yaramayacak yani markası ile uyuşmayan ve bir şekilde markasını yüceltmeyen sponsorluklara kuruş para vermez, işi biliyorsa tabii!
Mille Miglia: Zaman, tarih, tutku ve mekanik ustalık demek.
Chopard: El işçiliği, teknik hassasiyet, lüks ve zarafet demek. Bu değerlerin örtüşmesi, iş birliğini pazarlama açısından otantik ve anlamlı kılıyor. Patronun hobisi olması ve şahsen yarışın tadını çıkarması da cabası.
Chopard saatlerin bu serisi, ben oradaydım, Mille Miglia yarış dünyasında, klasik tutkunuyum, demenin, sessiz ama zarif bir yolu olmuş. Bu saatler yarışın hatırası olarak kişisel değeri çok yüksek koleksiyon parçaları haline gelmiş.
Yazımın başında belirttiğim gibi yoldaşım Durgut Berberoğlu ile beraber yarış havasını aldık, öğreneceğimizi öğrendik, sefamızı sürdük; 2007 Model Alfa Romeo Breira cabriolet ile çevrenin keyfini çıkardık, güzeldi.
Ne öğrendim:
İtalya turizm açısından örnek alınması gereken bir ülke, hangi açıdan derseniz; günlük hayatın yaşandığı küçük şehirlerin aslında bölgedeki birçok ülkede benzerlerinin bulunmasına rağmen çok başarılı tezgahlanmasıdır. Sanki ülkenin tamamı turistik bir aktivitedir, müzedir.
Tüm eserlere sahip çıkılmış ve tartışmasız hikayelerle bezenmiştir.
Tarih ve sanat turistlere cazip gelecek şekilde organize edilmiştir.
İtalya sanki Almanya gibi tertip düzene kavuşmuş, temiz; ama Venedik kokuyor.
Turizme karşı çıkış bile turistleri cezbedecek bir olaydır.
Turist kazıklanabilir ama üzülmez… gibi
Turizmden çok para kazandıkları bir gerçek, buna bizim de ihtiyacımız var. Fakat hep hasılat hesaplanıyor, kar var mı, nerede, ekonomiye tekrar nasıl kazandırılıyor? Sosyal fayda ve zarar nedir? İşte bu ve benzer sorular sorulup cevapların ne olması gerektiği tespit olunsa ve yerel halk ve işletmelerle iş birliği ile tespit edilip uygulanacak bir stratejimiz olsa, yerel de uygulansa iyi olurdu, değil mi?